Elektronik Kitap Oku


Elektronik Kitap Oku: Raymond E. Feist _ Gölgeler Meclisi Cilt1 Gümüş Şahinin PençesiGölgeler Meclîsi Serîsî Birînci Kîtap
RAYMOND E. FEIST, Güney Kaliforniya'da doğdu ve büyüdü. Kaliforniya Universitesi'nde iletişim Bilimleri eğitimi aldı. Çok satan ve övgü toplayan Gediksavaşları Efsanesi (Rifhvar Sağa) kitaplarının yazan olan Feist, İmparatorluğun Kızı, İmparatorluğun Hizmetkarı ve İmparatorluğun Hanımefendisi kitaplarını ise Janny Wurts ile birlikte kaleme almıştır.

Raymond E. Feist, Rancho Santa'Fe, Kaliforniya'da roman yazarı olan eşi Kathlyn Starbuck ve kızıyla birlikte yaşamaktadır.
Raymond E. Feist
Gümüş Şahinin Pençesi (Gölgeler Meclisi 7. Kitap)
Özgün Adı: Talon of Silver Haıvk (Conclave of Shadoıvs Book 1)
ithaki Yayınlan - 686
Edebiyat - 550
ISBN 978-605-375-079-6
1. Baskı Ağustos, 2010, istanbul
© Türkçe Çeviri: Aslı Sena Ozarpacı, 2010
© İthaki, 2010
© Raymond E. Feist, 2002
Bu eserin tüm hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
Raymond E. Feist
Gümüş Şahinin Pençesi
Gölgeler Meclisi 1. Kitap
Çeviren Aslı Sena Özarpacı
Yayına Hazırlayan: Evrim Öncül Sanat Yönetmeni; Murat Özgül Düzelti: Ayşegül Uyanık Örnekal Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Özge Bozuk Kapak, iç Baskı: idil Matbaacılık Davutpaşa Cad. No: 123 Kat: 1 Topkapı -istanbul Tel: (0212) 482 36 01 Sertifika No: 11410
ithaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur. Mühürdar Cad. ilter Ertüzün Sok. 4/6 34710 Kadıköy -istanbul Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 [email protected] - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com
Jamie Ann'e, öğrenmem gerektiğini bilmediğim şeyleri bana öğrettiği için...
Birinci Bölüm
öksüz
'Ölüm başımda dikilmiş fısıldıyor, Anlamadığım şeyleri kulağıma...'
Walter Savage Landor
1
GEÇİT
Bekledi.
Delikanlı titreyerek, yanan cılız ateşin sönmekte olan korlarına doğru sokuldu iyice. Soluk mavi gözleri, uykusuzluktan çökmüş ve kararmıştı. Babasından öğrendiği ilahiyi mırıldanırken ağzı yavaşça kımıldıyor, kurumuş dudakları acıyla çatlıyor ve kutsal sözcükleri şarkıya dökmekten boğazı
ağrıyordu. Neredeyse simsiyah olan saçları, toprak üzerinde uyumaktan tozla kaplanmıştı. Görüsünü beklerken tetikte kalmaya ne kadar kararlı olsa da, bitkinlik üç defa yenmişti onu. Normalde incecik olan yapısı ve çıkık elmacıkkemikleri, hızla kilo vermesinden ötürü iyice göze batar olmuş, onu sıska ve solgun göstermişti. Üzerinde yalnızca görü bekleyenlerin giydiği peştamallardan vardı. İlk geceden sonra deri tuniğini ve pantolonunu, sağlam çizmelerini ve koyu yeşil pelerin ini iyiden iyiye özlemeye başlamıştı.
Tepesinde, gökyüzü yaklaşan şafağın griliğine teslim olmuş, yıldızlar gözden kaybolmaya başlamıştı. Sanki hava bile ilk soluğu, yeni günün ilk hareketlerini bekler gibi durmuştu. Hem sinir bozucu hem büyüleyici bu durgunluk
alışıldık değildi ve delikanlı bir an, onu çevreleyen dünyayla bir olup nefesini tuttu. Derken cılız bir rüzgar, uğuldayan gecenin yumuşak nefesi ona dokundu ve o da nefes almaya devam etti.
I l
Doğuda gökyüzü aydınlanırken uzanıp sukabağını aldı. içindeki suyu yudumlarken olabildiğince tadına varmaya çalıştı. Zira görüsünü yaşayana ve eve dönüş yolunda bir buçuk kilometre sonra aşağıdaki patikayla kesişen dereye ulaşana dek, ancak bu kadar içebilirdi.
İki gün boyunca Shatana Higo tepesinin altında, erkeklik mahallinde oturup görüsünü beklemişti. Ondan önce de oruç tutmuş, yalnızca bitki çayları ve suyla beslenmişti. Sonra savaşçının geleneksel yemeği sayılan kuaı et ile sert ekmek yiyip acı otlu sudan içmiş ve bir yarım günü kutsal dağın doğu cephesindeki tozlu yoldan, zirvenin on metre kadar aşağısmdaki ufak çöküntüye dek tırmanarak geçirmişti. Açıklıkta yarım düzine insan zor durabilirdi, fakat delikanlı ayinin üçüncü gününe girdiğinde burası gözüne çok geniş ve boş görünmüştü. Büyük bir evde çok sayıda akrabasıyla geçirdiği çocukluğu, onu böyle bir inzivaya pek iyi hazırlayamamıştı, çünkü doğduğundan beri ilk defa birkaç saatten fazla tek başına kalmıştı.
Delikanlı erkeklik ayinine, Orosini'de âdet olduğu üzere, ova sakinlerinin Banapis adını verdikleri Yazdönümü kutlamalarından üç gün önce başlamıştı. Yeni yılı, çocuk olarak geçirdiği yaşamının sonunu, ailesinin, kavminin, kabilesinin ve halkının ilmini temaşa ederek, atalarının bilgeliğini arayarak selamlayacaktı. Kainat düzeni içerisindeki yerini, tanrılar tarafından kendisine biçilen sıfatı anlamaya çalışacağı derin bir iç gözlem ve tefekkür dönemiydi. Erkeklik ismini o gün kazanması bekleniyordu. Her şey yolunda giderse ailesi ve kavmine Yazdönümü festivali akşamı, tam vaktinde katılabilecekti.
Çocukken, ormanın kurnaz ve çevik sakini kızıl sincap Kieliana-puna'nın bir kısaltması olan Kieli ismiyle çağırırlardı onu. Orosinili-
12
ler asla görülmeyen fakat hep etrafta olan bu yaratıkları gördüklerinde şanslı sayılırlardı. Kieli de şanslı bir çocuk olarak görülürdü.
Delikanlı kendini tutamayarak titredi. Vücudundaki azıcık yağ, onu gece ayazından korumaya yetmiyordu. Yaz ortasında bile Orosini'deki dağların tepeleri, güneş gözden kaybolunca soğurdu.
Kieli görüsünü yaşayabilmek için bekledi. Gökyüzünün yavaşça griden soluk gri-maviye geçişini, sonra da güneşin yaklaşmasıyla pembemsi bir tona bürünerek aydınlanmasını izledi. Güneşin, ona bir günlük daha yalnızlık getiren beyazımsı altın rengi kürenin parlaklığıyla uzaktaki dağları sarmalamasını gördü. Güneş dağlan süpürürken, görüsü ondan kaçar korkusuyla gözlerini başka yöne çevirdi. Güneş tam olarak doğup soğuğu kırmaya başladığında titremesi azaldı. İlk başta ümit içinde, sonraysa yorgunluğundan gelen sonsuz bir umutsuzluk içinde bekledi.
Orosinili her delikanlı, yaş gününe yakın Yazdönümü öncesi, bölgeye yayılmış pek çok kutsal yerden birinde bu ayini yaşardı. Seneler boyu sayısız delikanlı bu yüksek noktalara çıkmış ve birer erkek olarak geri dönmüşlerdi.
Köydeki yaşıtı kızların şu an yuvarlak binada kadınlarla sohbet edip bir şeyler yediklerini, şarkı söyleyip dua ettiklerini düşünerek kısa bir süreliğine onlara imrendiğini düşündü. Nedense kızlar kadınlık isimlerini, erkeklerin göğüs gerdiği mahaımiyet ve güçlükler olmadan kazanıyorlardı. Kieli bu fikri aklından uzaklaştırdı: Büyükbabasının da söylediği gibi kontrol edemediği bir şey üzerinde düşünmek nafileydi.
Halkının yaşadığı vadiden çıkıp, o yalnız yolda yürümeye başlamadan evvel kendisiyle konuşan son kişi olan büyükbabası Gözlerinde Kahkaha'yı düşündü. Yaşlı adam her zamanki gibi gülümsemişti -ihtiyarın yüzünden tebessümün eksik olduğu tek
13
bir an bile anımsayamıyordu. Büyükbabasının yüzü, neredeyse seksen yıl dağlarda yaşamış olduğu için kahverengi köseleyi andırıyordu. Sol yanağındaki kavmine ait dövmelerse, güneş altında geçirdiği yıllara rağmen hâlâ siyahtı. Yaşlı adamın delici gözlerini ve keskin hatlarını, omuzlarına kadar inen gri saçları çevreliyordu. Kieli babasından çok büyükbabasına benziyordu, çünkü ikisi de yazları fındık kahverengisi olan ve asla yanmayan buğday tene
sahiptiler. Ayrıca gençliğinde büyükbabasının da saçları kuzgun kanadı rengindeydi. Başkaları bu durumu, nesiller evvel ailelerine bir yabancının girmiş olabileceği ihtimaliyle yorumlardı. Zira Orosini halkı açık tenliydi ve kahverengi saç bile sıra-dışı görülürdü.
Kieli'nin büyükbabası, "Yazdönümü günü sukabağm boşaldığında şunu unutma: Tanrılar sana hâlâ bir isim vermemişse, bu istediğin bir ismi kendin seçebilirsin anlamına gelir," diye fısıldamıştı. Sonra da yaşlı kabile reisi şen ve öyle kuvvetli bir şekilde onu kucaklamıştı ki, Kieli sendelemişti. Kulaam Köyü'ndeki diğer insanlar da tebessüm edecek ya da kahkaha atarak arkasından bakmışlardı. Ne de olsa festival vakti yaklaşıyordu ve isim görüsü zamanı oldukça eğlenceliydi.
Kieli büyükbabasının sözlerini anımsayarak, isim verme yetkisi tanrılar tarafından kendisine bağışlanan bir delikanlının gerçekten olup olmadığını merak etti. Sukabağına bakınca gün ortasına doğru suyunun bitmiş olacağı kanaatine vardı. Köye giden yolun yarısında dereden su alabileceğini biliyordu, fakat bunun aynı zamanda güneş tam tepedeyken kaya çıkıntısından ayrılması gerektiği anlamına geldiğinin de farkındaydı.
Bir anlığına sessizce oturdu. Köyünün düşüncesi, uzun dehlizin ardındaki derenin sıçrayan köpükleri gibi zihninde dans edip
14
duruyordu. Aklı rahata erse, diye düşündü. Görüsünü bulmak için bu denli çaba sarf etmese, belki de görü kendiliğinden gelirdi. Ailesini de özlediğinden, bir an evvel geri dönmek istiyordu. Babası Şafakta Elk Çağrısı, delikanlının tam anlamıyla olmayı umduğu kişiydi: güçlü, dost canlısı, nazik, azimli, savaşta korkusuz ve çocuklarına karşı anlayışlı. Annesi Gece Rüzgarı Fısıltısı'nı, küçük kız kardeşi Miliana'yı ve hepsinden öte, daha iki sene evvel, göğsünde elini koyduğu yer dışında tüm teni güneşten kıpkırmızı olmuş bir halde kendi görüsünden dönen ağabeyi Güneşin Eli'ni çok özlemişti. Büyükbabası, El'in görüsünü düşünde yakalayan tek delikanlı olmadığını söyleyerek şakalaşmıştı. El, küçük kardeşlerine hep iyi davranmış, anneleri hasadı toplamak için dışarı çıktığında onlarla ilgilenmiş ya da onlara olgunlaşan böğürtlenleri bulabilecekleri en iyi yerleri göstermişti. Sıcak ekmeğin üzerine koyup yedikleri o ballı böğürtlenlerin hayali ağzını sulandırdı.
Kutlamalar keyifli geçerdi. Aşağıda bekleyen yemeklerin düşüncesi, aç olan Kieli'nin karnına kramplar sokuyordu. Yuvarlak binada annesi, diğer kadınlar ve çocuklarla oturmaktansa uzun binada erkeklerle oturmasına izin verilecekti. Bu düşünceyle bir yitim hissine kapıldı, zira günlük ev işlerini yaparlarken kadınların söyledikleri şarkılar, gülüşmeleri, konuşmaları, dedikoduları ve şakalaşmaları, kendini bildi bileli hayatının bir parçası olmuştu. Fakat kavmin erkekleriyle oturmasına izin verilmesini de gu-aırla ve dört gözle bekliyordu.
Bir an vücudu titredi, sonra güneş onu ısıttıkça iç geçirdi ve rahatladı. Gerilmiş kaslarını gevşetti, dizleri üzerine çömeldi ve ateşle ilgilendi. Parlayan kömürlerin üzerine birkaç yeni dal attı, üfledi ve birkaç dakika içinde işi bitmişti. Dağ havası ısındıktan
15
sonra ateşi sönmesi için bırakacaktı, fakat şimdilik yanı başındaki sıcaklık için minnettardı.
Hâlâ etkisini gösteren soğuğa rağmen güneş ışığıyla ısınan kayalara yaslandı ve bir yudum su daha içti. Uzun
uzun iç geçirerek gökyüzüne baktı. Neden görüsünü bulamadığını merak etti. Neden ona ismini verecek
tanrılardan bir mesaj almamıştı?
İsmi, na'ha'tahmm, varlığının gizli doğasının, yalnızca kendisinin ve tanrıların bileceği o şeyin esası olacaktı. Diğer insanlar ismini bilecekti, çünkü bunu gururla söyleyecekti. Fakat hiç kimse görüsünün doğasını, isminin ona evrendeki yeri, tanrılara karşı görevi ya da kaderiyle ilgili ne söylediğini bilmeyecekti. Büyükbabası bir defasında, ne kadar anladıklarını düşünseler de çok az kişinin na'ha'tahlznta anlayabildiklerini söylemişti. Görü, tanrıların bir insan için hazırladıkları planın yalnızca ilk işaretiydi. Büyükbabası bazen bu planın iyi bir eş ve baba olmak, köyün ve halkın refahını sağlayacak, başkalarının özeneceği örnek biri olmak gibi basit bir yol çıkabileceğini; aslında gerçek görevin seçilmiş, özel birine, bir na'rife babalık etmek olabileceğini ve bunun da o kişinin ölümünden çok
sonra anlaşılabileceğini söylemişti.
Kieli, büyükbabası olsa şimdi ne söyler biliyordu. Çok fazla endişe ettiğini, bu telaşını bir kenara bırakıp
tanrıların isteklerini ona göstermelerine izin vermesini söylerdi. Kieli babasının da, avlanmak ya da uzun binada
akıl hocalığı yapmak, hattâ iyi bir eş olabilmek için evvela insanın sabırlı olmayı ve dinlemeyi öğrenmesi
gerektiğini ekleyerek, aynı şeyleri söyleyeceğini biliyordu.
Gözlerini yumup dağlardaki meltemin uğultusunu dinledi. Sedir ve çam ağaçları yapraklarını hışırdatarak
onunla konuşuyordu sanki. Kimi zaman rüzgar, en ağır postları bile acı, dondurucu bir keskinlikle delerek zalim
bir yaren olabilirdi. Kimi zamansa yazın en sıcak günlerini serinleten kutlu bir rahatlık olurdu. Babası ona rüzgarın seslerini öğretmiş, onun dilini öğrenmenin yuvalarını sarp tepelere kuran şahin ve kartallar gibi onunla bir olmak anlamına geldiğini söylemişti. Hava tiz bir çığlıkla yırtıldı. Gümüş rengi bir şahin, bulunduğu yerin az ötesinde bir tavşana saldırırken Kieli aniden kafasını o yöne çevirdi. Gri tüyleri, kafası ve omuzlarında siyaha bakan benekleri ve berrak gökyüzünde hızla ilerlerken gümüş rengi vurgularla parlamasına sebep olan kanatlarındaki pürüzsüz ışıltıyla, yüksek dağların en nadir görülen şahinlerindendi bu. Şahin kanatlarını tek kez çırparak, debelenen tavşanı sıkıca kaptı ve göğe yükseldi. Annesinin taşıdığı bir kedi yavrusu gibi, tavşan kuşun pençelerinden öylece sarkıyordu. Kaderine razı olmuştu sanki. Kieli hayvanın şoka girdiğini biliyordu. O sırada acı ve düşünceler askıya alındığından, bu doğanın bir merhameti olarak da görülebilirdi. Bir seferinde, hiç kımıldamadan yerde yatan bir geyik görmüştü. Onu öldürmeyen ok darbesiyle yere yığılmış, avcının son merhametini bir bıçak kesiğiyle göstermesini bekliyordu.
Uzakta, yemek ararken rahatlıkla süzülebilmek için hızla ısınan kayaların sıcaklığından faydalanarak miskince gökyüzünde dönen başka kuşlar da gördü. Biliyordu, akbabalardı bunlar. Yükselen sıcak havada geniş kanatlarıyla süzülürlerken, yerde ölen ya da can çekişen canlıları kolluyorlardı. Hayvan leşlerinin başında sektiklerinde kaba ve çirkin, uçarkense heybetli duruyorlardı.
Güneyde, göğün tam ortasında siyah kuyruklu bir çaylak gördü. Kuyruğu aşağı dönük bir halde kanatlarını iki üç defa hızla çırpıp ara veriyor, alçalıyor, sonra da kuyruğunu avının tam üzerinde tutmak için tekrar kanal çırpıyordu. Derken akıl almaz bir süratle pençelerini aşağıya doğru uzatıp eğildi ve olağanüstü kararlılığıyla, bir an olsun tereddüt etmeden lam bir kavis yaparak
16 17
ciyaklayan bir tarlafaresini pençeleriyle kaptı.
Uzaktan ormanın sesleri geliyordu. Geceyle gündüzün ritmi farklıydı ve şu an aşağıdaki ormanın gündüz sakinleri, gececi komşuları uyumak için yer aranırken varlıklarını hissettirmeye çalışıyorlardı. Bir ağaçkakan, yakınlardaki ağacın kabuğundan böcek toplama derdindeydi. Kieli çıkardığı sese bakarak yemek arayan bu kuşun kızıl ağaçkakan olduğunu anladı. Vuruşları, kendisinden daha küçük olan mavi kanatlı kuzeninin narin seslerinin aksine yavaş, şiddetli ve inatçıydı.
Güneş iyice yükseldi ve günün sıcaklığı kayalara döndüğünden artık ihtiyaç duymadığı ateş de kısa süre sonra söndü. Kieli suyunun son damlalarını içme dürtüsüne karşı koydu. Yoldan inmeye hazır olana kadar onu saklaması gerektiğinin farkındaydı. Aşağıdaki derede de su içebilirdi, fakat önce oraya varması gerekirdi ve suyunu şimdi harcarsa dereye güvenli bir biçimde ulaşabileceğine dair hiçbir garanti yoktu.
Delikanlıların kaybolması nadirdi, fakat duyulmamış değildi. Kabile her bir çocuğu etraflıca hazırlamaya çalışıyordu, ancak isim sınavında hayatta kalamayanlar, tanrılar tarafından yetersiz addedilmiş olarak görülüyor ve ailelerinin yası da Yazdönümü kutlamaları yanında acı bir zıtlık oluşturuyordu.
Sıcaklık arttı, hava kurudu ve Kieli birden sa'tafonin yaklaştığını fark etti. Kuzey rüzgarı yıl boyu soğuk eserdi, fakat yazın batı rüzgarı daha sıcak ve kuru olurdu. Delikanlı üç günden az bir zaman içinde çimenlerin kahverengileşip kırılganlaştığına şahit olmuş, bu rüzgar yüzünden meyvelerin dallarında kuruduğunu görmüştü. Satata birkaç günden fazla kaldı mı erkekler huzursuz olur, kadınlar hırçmlaşır, insanın teni kaşmirdi. Kieli ve ağabeyi böyle günlerde göl ya da nehirde yüzmeye gider, fakat köye dö-
nene kadar, sanki suyun serinletici dokunuşunu hiç hissetmemiş gibi kupkunı olurlardı.
Kieli de tehlikede olduğunu ve buralarda durmaya devam ederse sa'tatanm vücudundaki tüm nemi emeceğini biliyordu. Gökyüzüne baktı ve gün ortasına daha iki saat olduğunu fark etti. Göğün ortasına kadarki yolunu neredeyse yarılamış olan güneşe döndü ve yaşaran gözlerini kırpıştırdı.
Kieli bir süreliğine aklından bu fikri attı ve kimin onunla olmasına karar verileceğini düşündü. Kieli tanrılardan gelecek görüsünü dağlarda beklerken babası da civar köylerde yaşayan genç kızlardan birinin babasıyla görüşecekti. Kendi köyünde Kieli için üç olası talip vardı: Ormandaki Pus'un kızı Rapanuana, Kırık Mızraklar'ın kızı Janatua ve Rüzgara Şarkı Söyleyen'in kızı Mavi Kanatlı Çamurcun Gözü.
Mavi Kanatlı Çamurcun Gözü, kendisinden bir yaş büyüktü. Kadınlık ismini önceki yıl almıştı, fakat bölgedeki köylerde onun sözlenebileceği, yaşıtı bir erkek yoktu. Bu yılsa Kieli dahil altı talibi vardı. Kız öyle tuhaf bir şaka anlayışına sahipti ki, Kieli çoğu zaman onun komik bulduğu şeyin ne olduğunu merak ederdi. Kieli onu eğlendiriyor gibiydi. O da kız yakınlarda olunca kendini tuhaf hissediyordu. Bunu çok iyi gizleyebilse de aslında ondan epey korkuyordu. Rapanuana şişman ve hırçın, Janatua da cılız ve erkeklerin yanında ağzını bile açmayacak kadar utangaçtı. Mavi Kanatlı Çamurcun Gözü ise uzun boylu ve kuvvetliydi; güldüğünde kısılan, delici, balrengi gözleri vardı. Teni diğer kızlarınkinden daha açıktı ve çillerle kaplıydı. Kalp şeklindeki yüzü, yaz buğdayı rengindeki gür saçlarıyla çevreliydi. Yazdönümünden bir gece önce babasının diğer kızların değil de, onun babasıyla konuşmuş olması için tanrılara dua etti. Derken birden paniğe kapılarak ba-
19
basının civar köylerdeki diğer kızların, aklı kıt Pialua ile güzel fakat sürekli şikayet eden Nandia'nm babalarından biriyle de konuşmuş olabileceği geldi aklına.
İç geçirdi. Bu onun elinde olan bir şey değildi. Hikâyelerde hasretlik çeken kadın ve erkeklerden bahsedilir, masalcılar çoğunluğunu Orosini dağlarından geçerken, ova sakini şarkıcılardan duydukları efsaneleri ateş başında anlatırdı. Fakat bir babanın oğlu için gelin, kızı için koca seçmesi geleneği onun insanlarına aitti. Bazen bir delikanlı -hemen kendini düzelterek erkek dedi- görüsünden döndüğünde erkeklik kutlamasında yanında oturacak bir gelin olmadığını görür ve bunun için bir sene daha beklemek zorunda kalırdı. Nadiren de, görüden dönen erkek hiçbir babanın kızını ona vermek istemediğini öğrenerek, ya kendine bir eş bulmak için köyden ayrılmak zorunda kalır ya da yalnız yaşamayı kabul ederdi. Bir keresinde babasını kaybeden bir dulun böyle bir adamı kulübesine aldığını duymuştu, fakat kimse bunu hakiki bir evlilik olarak görmemişti. Yin e iç geçirdi. Bunun bir an önce bitmesini bekliyordu. Yemek yemek, kendi yatağında dinlenmek istiyordu. Bir de, her ne kadar onu rahatsız
hissettirse de, Mavi Kanatlı Çamurcun Gözü'nü
istiyordu.
Rüzgarın estiği yönden, yanında yavrularıyla bir dişi ayının sesini duydu. Sesi kulağa telaşlı geliyordu ve Kieli bu uyarıyla yavruların ağaç tepelerine kaçışacağını biliyordu. Doğruldu. Dağlara bu denli yakın bir yerde bir siyah ayıyı ne telaşlandırabilirdi? Büyük bir kedi, belki bir leopar ya da panter yakınlarda dolanıyor olabilirdi. Büyük mağara aslanları için fazla yukarıdaydılar. Belki bir ıvyvern ava çıkmıştır diye düşünürken, kayaların üzerinde kendini birden küçük ve zayıf hissetti.
Ejderhaların küçük kuzeni olarak sayılabilecek wyvern ya
20
rım düzine, belki de daha fazla hünerli savaşçıyı alt edebilirdi. Yani elinde yalnızca ayin hançeri ve bir sukabağı olan delikanlı, böyle bir yaratık için oldukça tatmin edici bir siftahtı.
Avlanan gruplar dişi ayıyı ürkütebilirdi. Vahşi köpekler ve kurtlar da çoğunlukla ayılardan kaçardı, fakat bir yavru ayı, annesi başında değilse, uysal bir av olabilirdi.
Belki de gelenler insandı.
Uzakta akbabaların oluşturduğu çember büyüdü ve delikanlı, olup biteni daha iyi görebilmek için ayağa kalktı. Çok hızlı ayağa kalktığı için birden başı dönmüştü. Bir elini kayaların üzerine dayayıp dengesini bulmaya çalışırken
ileriye doğru baktı. Güneş öyle yükselmişti ki, sabah pusu dağılmıştı ve uzakta süzülen akbabalarla çaylakları net bir biçimde görebiliyordu. Kieli'nin görüş yeteneği köyünde dillere destandı, zira çok az kimse onun kadar uzağı görebilirdi, kavminde bile onun kadar iyi gören kimse çıkmamıştı. Büyükbabası şakayla, bir eksiği olsa da en azından şahin gözleri olduğunu söylerdi.
Uzunca bir süre Kieli'nin gözleri olanları boş boş izledi, fakat sonra birden fark etti ki, kuşlar Kapoma Köyü'nün tepesinde dönüp duruyordu! içinde kıvılcım gibi bir telaş yükseldi ve hiç tereddüt etmeden patikadan inmeye başladı. Kulaam'a en yakın olan köy Kapoma'ydı.
Kapoma 'nın üzerinde bu kadar çok leş yiyicinin olmasının tek bir açıklaması olabilirdi: Savaş! içinde bir korkunun yükseldiğini hissetti. Dahası, kimsecikler ölüleri ortadan kaldırmıyordu. Şayet yağmacılar vadide dolanıyorsa talan edecekleri bir sonraki köy Kulaam olurdu.
Ailesinin onsuz savaşacağı düşüncesi geldi aklına. Çocukluğunda, tam iki kez, erkekler köyü saldırılara karşı korurken o ge-
21
ride, yuvarlak binada kadınlarla beraber kalmıştı. Birinde Kahana-ma Köyü erkekleriyle bir kabile savaşına gidilmişti; diğerindeyse goblinlerden oluşan bir grup yağmacı, kötücül kurban törenleri için çocuk aramaya çıkmış, fakat kurulan sağlam kazıklar işgalcileri geri püskürtmeyi başarmıştı. Kieli aşağıdaki ağaçlara doğru uzanan patikada sendeleyerek yürürken kimlerin gelmiş olabileceğini düşünüyordu.
Moredhel -ova sakinleri bu elflere Kara Yol Kardeşliği adını verirdi- büyükbabasının delikanlılığından beri bu bölgelerde görülmemişti ve troller de genelde Orosini köyleriyle aralarında yeterli bir mesafe bırakırdı. Şimdilerde kavimler arası herhangi bir kan davası yoktu. Kuzeydoğuda, Yüksek Eller'de yaşayanlar şu an huzur içindeydi ve Latagore ya da güneydeki Farinda Düklü-ğü'nün Orosini'yle hiçbir sorunu yoktu.
Yağmacılar gelmişti öyleyse. Inaska şehri ya da Miskalon taraflarındaki Gözcü Noktası'ndan gelen köle tüccarları, kimi zaman dağlara girmeye cüret ederdi. Uzun boylu, güçlü, kızıl ve sarı saçlı Orosinililer, tüccarların Yüce Kesh İmparatorluğu'nda kurdukları pazarlarda yüksek fiyatlara giderdi. Kieli'yi bir korku sardı, sanki zihni donacaktı.
Geriye kalan suyunu ve bitkilerini içti, sukabağmı beline bir kordonla iyice bağladı, patikadan aşağı birkaç sarsak adım atarken dengesini yitirdi. Uzattığı sağ eliyle kendini sağlama almaya çalışırken ayağını burkup dev bir kayaya sertçe çarptı. Her yanı acıyordu. Sol kolunun yaralandığını fark ettiğinde kafası çok bulanıktı. Kırılmış gibi değildi, fakat omzundan dirseğine kadar epeyce çürüyeceğe benzeyen kırmızı bir iz oluşmuştu. Kımıldadığı zaman canı yanıyordu. Ayağa kalktığında karnı acıdan hızla inip şişti ve oturur oturmaz kustu.
22
Kieli'nin görüşü bulandı, etraf canlı bir sarı renk aldı ve yola doğru düştü. Gökyüzü parlak bir beyaza döndü ve o yukarı baktıkça sıcaklık yüzünü kavurdu. Gözleri yavaşça kayıyordu. Yattığı yer dönüyordu, sonra her şey yok oldu ve karanlığa uzanan bir tünelden aşağı düştü.
Acıyla uyandı. Sol kolu acıyla yanarken gözlerini araladı. Sersem bir halde yatarken görüş açısı bir daralıyor bir genişliyordu. Derken onu gördü.
Kolunun üzerinde yavaşça gevşemekte olan pençe gibi bir şey duruyordu. Kieli başını kımıldatmadı, yalnızca gözlerini çevirdi. Burnunun az ötesinde gümüş bir şahin duruyordu; pençesini kolunun üzerine dayadığı için tek bacağı bükülmüştü ve tırnaklarını Kieli'nin derisine iyice bastırmış, fakat delmemişti. Şaşkın genci uyandırmak istiyormuş gibi, şahin pençesini yeniden büktü ve tırnaklarını daha kuvvetli bastırdı.
Kieli kendini kuşun kara gözlerine bakarken buldu. Kuşun pençesi yeniden kasıldı ve kolundaki acı bir kez daha kendini gösterdi. Kieli'nin gözleri kuşun gözlerine kenetlenmişti. Derken sözler geldi. Kalk küçük kardeşim. Kalk ve halkın için bir pençe ol. Kolunda benim pençemi hissettiğin gibi, kendinin de koruyup kol-layabileceğini ya da parçalayıp öç alabileceğini unutma. Kieli bu sözleri zihninde işitti. Birden ayaklandı ve kolunda şahinle dikildi. Kuş
dengesini kurmaya çalışırken kanatlarını yelpaze gibi açtı.
Kieli kuşun karşısında dururken acıyı bir anlığına unuttu. Şahin de ona bakıyordu. Sonra hemfikir olduğunu belirtmiş gibi başını salladı. ikisinin gözleri bir kez daha birbirine kenetlendi. Kuş tiz bir sesle omzundan kalktı ve kanatlarını bir kez çırparak genç adamın kulağının yanından uçup geçti. Kieli ince bir sızı daha hisset-
23
meye başlayınca sağ omzuna doğru uzandı. Kolunda kuşun pençesinin bıraktığı iğne gibi izleri gördü.
Benim görüm bu muydu? diye düşündü sessizce. Halkının tarihinde hiçbir şahin böyle davranmamıştı. Derken, donuk bir şaşkınlıkla, dağdan aşağıya hızla iniş sebebini anımsadı.
Gündüz sıcaklığı, etrafındaki kayaları kavurmaya devam ediyordu. Bitkindi, sol kolu zonkluyordu, fakat zihni berraktı ve dereye ulaşabileceğini biliyordu. Kayaların arasından dikkatlice ilerlerken tekrar düşüp daha fena yaralanmamak için titizlikle adım atıyordu. Halkı bir savaşa sürükleniyorsa, kendisi artık bir erkek sayıldığından, kolu yaralı olsa da olmasa da yurdunu korumak için babası, amcaları ve büyükbabasının yanında çarpışacaktı.
Kieli tozlu patikada sendeleyerek ilerlerken, her hareketiyle birlikte sol kolundan omzuna doğaı bir sızı yükseliyordu. Acısını hafifletecek, akıl dağıtıcı bir şey olduğunu düşündüğünden, bir ilahi söylemeye başladı. Kısa süre içinde acısı azalmıştı, fakat ilahi büyükbabasının söylediği kadar da etkili değildi. Kolu hâlâ acıyordu, ama en azından bu acı yüzünden başı dönmüyordu.
Dereye vardığında kendini suya attı ve verdiği bu saçma kararla kolu birden cayır cayır yanmaya başladı. Nefes almaya çalışınca ağzı onu boğacak kadar çok suyla doldu. Sonra sırtüstü döndü, ağzındaki suyu tükürdü ve oturup öksürerek burnunu temizledi. Nihayet dizlerinin üstünde doğruldu ve su içmeye başladı. Hızla sukabağını doldurdu, kabı beline sardı ve yola devam etti.
Açlıktan ölüyordu, fakat su düşüncelerinin durulmasını sağlamıştı. Köyü iki saatlik yürüyüş mesafesindeydi. Düzenli bir hızla koşsa belki yarım saatte oraya varabilirdi. Fakat yaralı kolu ve zayıf düşen bünyesiyle düzenli bir koşu tutturamazdı. Derenin aşa-ğısındaki sık ağaçlıklı bölgeye geldiğinde sıcaklığın azaldığını hissetti ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Açıklıklarda yavaş tempoda koşuyor, elinden geldiğince sessiz ilerliyordu. Aklıysa yaklaşan mücadeledeydi.
Köyüne yaklaştıkça Kieli çarpışma sesleri duymaya başladı. Duman kokusu alıyordu. Bir kadının çığlığı, kalbini bir bıçak darbesi gibi kesmişti. Bu kendi annesinin sesi olabilir miydi? Ne olursa olsun, oradaki her kim olursa olsun, tüm hayatı boyunca tanıdığı bir kadın olduğu kesindi.
Ayin hançerini alıp sağ elinde sıkıca tuttu. İki sağlıklı kolu ve bir kılıcı ya da mızrağı olmasını ne kadar da isterdi! Gündüz sıcağında her zamanki kıyafetlerinin yokluğunu hissetmemiş, sadece geceleri tuniği ve pelerininin yanında olmasını dilemişti, fakat özellikle şu an kendini zayıf hissediyordu. Buna rağmen, hızla ilerliyordu; yaklaşan savaşın endişesi kolundaki acıyı azaltıyor ve onu yorgunluğunu bir kenara atmaya zorluyordu.
Alevlerin sesine eşlik eden boğucu duman bulutu, az sonra onu karşılayacak yıkıma karşı bir ihtar gibiydi. Korunun bittiği noktaya geldiğinde köyün büyük sebze bahçelerinin arasından geçerek bölgeyi çevreleyen kazıklara ulaştı. Huzurun hüküm sürdüğü vakitlerde olduğu gibi kapı yine açıktı. Savaş zamanlarında dahi neredeyse evrensel bir ateşkes gibi görülen Yazdönümü Gü-nü'nde kimse saldırıya geçmezdi. Ahşap duvarların ve etraftaki toprak yapıların durumu, düşmanın daha uyarı çanları çalmamadan kapıdan içeri daldığını söylüyordu. Köylülerin birçoğu o sırada festival hazırlıkları için muhtemelen meydandaydı.
Her yer alev ve duman içindeydi. Toz bulutunun arasından, çoğu at sırtında olan siluetleri ve yerde yalan cesetlerin hatlarını görebiliyordu. Kieli durdu. Patikadan aşağıya inmesi onu açık hedef
24 25
yapardı. Güzel Atlar'm evinin arkasında kalan, köye en yakın noktaya varana dek korunun kenarından dolanması daha iyi olurdu.
Sağma doğru ilerledikçe dumanın uzaklaştığını fark etti. Artık köydeki katliamın boyutlarını görebilirdi.
Çoğu arkadaşı yerde cansız halde yatıyordu. Gözlerinin önündeki bu sahneye anlam vermek mümkün değildi.
Üzerlerinde çeşit çeşit kıyafet ve zırh olan atlı adamlar köyün içinde dolanıyor, elinde meşale taşıyanlar evleri ateşe veriyordu. Kieli bunların ya paralı askerler ya da köle tüccarları olduğunu tahmin ediyordu. O sırada, güneydoğudaki kudretli düklüğün hükümdarı olan Olasko Dükü'nü temsil eden cüppeyi giymiş piyadeleri gördü. Fakat onlar neden Orosini dağlarındaki yağmacılara yardım ediyor olabilirlerdi ki?
Güzel Atlar'ın evinin arka tarafına geldiğinde Kieli sürünerek ilerledi. Olaskolu bir askerin binanın hemen köşesinde cansız halde yattığını gördü. Kieli bıçağını bir kenara bırakıp, adamın kılıcını almayı denemeye karar verdi. Kimse varlığını fark etmezse askerin sol kolundaki yuvarlak kalkanı da çıkarmayı deneyecekti. Kalkanı yaralı koluyla taşımak canını yakardı, fakat bu ölümle yaşam arasındaki ayrım da olabilirdi.
Köyün diğer yanından çarpışma sesleri geliyordu, bu yüzden işgalcileri arkadan yakalayabilmesinin mümkün olduğunu düşündü. Kalkanla kılıca doğaı sessizce ilerlerken bir an duraksadı.
Dumanların arasından, uzakta hareket eden birkaç silueti hayal meyal görebiliyordu. Zulüm ve acının yol açtığı sesler ona kadar ulaşıyordu. Halkı, yağmacıları geri püskürtmek için mücadele veriyordu.
Yoğun duman gözlerini yakıyordu. Ölü askerin yanına ulaştığında ağlamamak için kendini zorladı. Kılıcı almak üzere cesedi
26
çevirdi ve elini kabzaya uzattığı sırada askerin gözleri faltaşı gibi açıldı. Kieli donakalmıştı. Kılıcı hızla çekmeye çalışırken, asker kalkanıyla saldırıya geçerek yüzüne kuvvetli bir darbe indirdi.
Kieli geriye düştü. Görüşü bulanmıştı ve dünya ayaklan altında sallanıyor gibiydi. Onu kurtaran doğuştan gelen tezliği olmuştu, çünkü asker ayağa kalkar kalkmaz bıçağını çekip ona doğaı savurmuş, fakat Kieli sıçrayıp kaçmıştı.
Bir anlığına bıçaktan kaçabildiğini düşünmüştü, ancak birden göğsüne bir ağrı çöktü ve kanının aktığını hissetti. Çok derin olmasa da uzun bir yaraydı, sol köprücükkemiğinden sağ göğüs ucuna, oradan da kaburgalarının sonuna kadar uzanıyordu.
Kieli kendi bıçağıyla bir hamle yaptı, fakat asker bu darbeyi kalkanı yardımıyla ustalıkla karşılayınca kolunda bir uyuşma hissetti.
Bir başka hamle daha geldi ve Kieli karşısındakinin ondan çok üstün olduğunu anladı, çünkü karnına doğru gelen bir bıçak darbesi az kalsın canını alacaktı. Asker kısa bir bıçak yerine kılıcıyla saldırıya geçmiş olsaydı, Kieli çoktan ölmüş olacağını biliyordu.
İşte o an içindeki korku ayaklanmaya ve aklını başından almaya başladı, ama çok az ötede önünü kapayan dumanın ardında yaşamları için savaş veren ailesini düşününce korkusunu bastırdı.
Kieli'nin tereddüdünü fark eden asker pis pis sırıttı ve iyice yaklaştı. Kieli tek avantajının kılıcının uzunluğu olduğunu bildiğinden, yaralı göğsünü bir hedef olarak gösterip kılıcı her iki eliyle sarsakça kaldırarak askerin kafasına indirccekmiş gibi yaptı. Kieli'nin de umduğu gibi, asker darbeyi karşılayabilmek için içgüdüsel olarak kalkanını kaldırdı ve öldürücü darbe için bıçağını çekti.
Fakat Kieli dönerek dizleri üzerine çöktü ve kılıcını indirip döndürerek kuvvetli bir darbeyle askerin bacağını kesiverdi ve asker feryatlar içinde yere yığıldı, Dizinin hemen altındaki kesil-
27
miş damarlardan kan fışkırıyordu. Hızla ayağa kalkan Kieli, adamın bıçağı tutan elinin üzerine bastı ve kılıcın ucunu askerin boğazına saplayarak adamın acısını dindirdi.
Kılıcı tuttan elini silmeye çalıştı, fakat göğsündeki uzun kesikten yoğun bir biçimde kan aktığını fark etti. Her ne kadar kesiğin muhtemelen olduğundan çok daha kötü göründüğünü düşünse de, yarayı kapamazsa kısa süre içinde bitkin düşeceğini biliyordu. Savaş seslerine doğru hızla ilerlerken, rüzgar bir anlığına önünü açarak köyün merkezini net biçimde görebilmesini sağladı. Yiyecek ve biralarla cömertçe donatılmış masalar ters dönmüş, etrafa günün kutlaması için hazırlanan ziyafetin parçaları dağılmıştı. Çiçekli süslemeler, toprak ve kan çamurunun içinde yatıyordu. Kieli panikleyerek bir an duraksadı. Bu dehşet içini kaldırmıştı. Bir kez daha gözyaşlarını tutmaya zorladı
kendini. Bu yaşlar dumandan mı, yoksa öfkeden mi bilemiyordu. Çok az ileride, sığınağa ulaşmak için kaçmaya çalışıp arkadan darbe yemiş üç çocuğun cesetlerini gördü; onların arkasında da köyün erkeklerinin yuvarlak binayı korumaya çalıştığını. Kieli kadınların ve hayatta kalmayı başarmış çocukların binada olacağını biliyordu-, üstelik o kadınlar, erkekler savaşta can verirse diye, çocukları korumak için bıçak ve kılıç kuşanmışlardı.
Tüm yaşamı boyunca tanıdığı adamlar, ailelerini korumak için çaresizce savaşmalarına rağmen katlediliyordu. Askerler kalkanlarından bir duvar örmüş, mızraklarıyla saldırırken arkalarındaki bir grup da büyük bir sakinlikle arbaletlerini dolduruyor ve köylülere fırlatıyordu.
Orosinili okçular da karşılık veriyordu, fakat bu savaşın sonu aşikardı. Kieli gibi bir delikanlı için bile! Günün sonunu getiremeyeceğini biliyordu, fakat öyle olsa da yağmacıların arkasında ka-
28
lıp elinden geleni yapmadan duramazdı.
Titrek adımlarla ilerlemeye, bu katillerin önderi gibi duran siyah atlı bir adama, hedefine doğru yürümeye başladı. Onun yanında da üzerinde siyah tunik ve pantolon olan bir başka atlı vardı. Saçları da üzerindekiler kadar karaydı ve kulaklarının arkasından toplanmış, omuzlarına doğru dökülüyordu.
Her nasılsa adam arkasında bir şeyler olduğunu hissetti ve Kieli koşmaya başlar başlamaz arkasını döndü. Kieli adamın yüzünü net bir biçimde görebilmişti. Çenesinin ucuna doğru tıraşlanmış kapkara bir sakalı, ona sert bir duruş kazandıran uzun bir burnu ve Kieli'nin hamlesini duymadan evvel düşünceler içinde kaybolmuş gibi görünmesine neden olan büzük dudakları vardı. Atlı, kanlar içindeki silahlı delikanlıyı görünce biraz şaşırdı, sonra da yanındaki adamına sakince bir şeyler söyledi ve adam Kieli'ye doğru döndü. Siyahlar içindeki adam kolunu dikkatle kaldırdı. Elinde ufak bir arbalet vardı. Sakince nişan aldı.
Kieli, adam parmağını yay üzerine bastırmadan atılması gerektiğini biliyordu. Fakat atlılardan birkaç adım ötedeyken dizleri dermanını kaybetti. Az evvel bulduğu kılıç Kieli'ye kurşundan ve taştan yapılmış gibi gelmeye başladı; kolu, işgalciye öldürücü darbeyi indirmeyi reddetti.
Siyahlara bürünmüş adam okunu attığında Kieli onlardan yalnızca bir adım ötedeydi. Dizleri büküldü. Ok göğsüne, ilk yarasının hemen altındaki adaleye denk gelmişti.
Aldığı darbeyle dengesini kaybetti, yarasından fışkıran kan her iki' adamın da üzerine sıçradı. Kılıcı, tutma yetisini kaybeden parmakları arasından geriye düştü. Dizleri zeminle buluştu ve yere yığıldı. Acı ve şaşkınlık tüm benliğini kaplarken gözleri odaklana-mıyordu.
29
Çığlıkları duyuyordu, fakat konuşmalar silinmiş gibiydi ve o hiçbir şey anlayamıyordu. Kısa bir an bir şey gördü: Gökyüzünde bir gümüş şahin daire çizerek uçuyordu ve Kieli kuşun doğrudan kendine baktığını hissetti. Zihninde o sesi bir kez daha işitti: Bizimle kal kardeşim, vaktin henüz gelmedi. Pençem ol ve düşmanlarımızı parçala.
Kieli'nin son düşüncesi kuş oldu.
2
KENDRICK'IN YERİ
Kieli'nin duyduğu acı, karanlığı yırtıyordu.
Gözlerini açamasa da hayatta olduğunu biliyordu. Üzerinde birkaç elin dolaştığını hissetti ve sanki çok uzaktan bir sesin, "Bu hâlâ yaşıyor," diye mırıldandığını duydu.
Bir başka ses, "Onu arabaya götürelim. Çok kan kaybetmiş," dedi.
Kieli'nin zihninde bir yer, bunun Orosini dili değil, Ortak Dil olarak bilinen tüccarların dili olduğunu kavrıyordu. Üzerinde bir çift elin daha dolandığını hissetti. Onu taşırlarken inlemeye başladı ve bir kez daha bilincini yitirdi.
Uyandığı anda Kieli vücudunda yine bir acının dolandığını hissetti. Gözlerini güçlükle açarak kafasını kaldırmaya çalıştı. Bu hareketiyle ayrı bir sızı hissetti ve midesi bulanmaya başladı, gerçi midesinde kusmasına sebep olacak tek lokma yoktu. içinde dolaşan bu yakıcı ızdırap, yüksek sesle solumasına ve inlemesine sebep oluyordu.
Bir türlü odaklanamadığından kendisini kimin nazikçe geriye itip, "Yatsana evlat. Yavaş nefes al," dediğini seçemiyordu.
Kieli önünde bir sürü şekil görüyordu: gölgede kalan kafalar, gökyüzündeki şimşekler. Gözlerini kırparak görüşünü netleştir-
31
meye çabaladı. "Al," dedi tepesindeki bir başka ses sukabağmı dudaklarına dayarken.
"Yavaş iç," dedi ilk ses. "Çok kan kaybettin. Hayatta kalabileceğini düşünmüyorduk."
Yuttuğu ilk su damlasıyla Kieli'nin acıları geri döndü ve içtiğini geri çıkardı. "Yudumla o zaman," dedi ses.
Söyleneni yaptı ve su boğazından geçti. Birden nasıl da susadığını anlamıştı. Kana kana su içmek istedi, fakat sukabağı dudaklarından çekilmişti. Geri almak için elini kaldırmaya teşebbüs etti, ancak kolu verdiği bu emri yerine getirmiyordu.
"Yudumla dedim," diye yineledi ses. Sukabağı tekrar dudaklarına değdi ve yudumladığı soğuk su damla damla boğazından aktı. Az kalan gücünü de suyu midesinde tutmaya harcadı. Sonra gözlerini sukabağınm kapağı üzerine doğrultup kendisine yardım eden kişiyi görmeye çalıştı. Görebildiği tek şey, tepesinde darmadağınık gri saçları olan belirsiz bir surattı. Ardından Kieli yine karanlığa gömüldü.
Bir ara birkaç günlüğüne mola verdiler. Etrafında, bir ağıl ya da baraka olduğunu tahmin ettiği fakat ne olduğunu tam olarak söyleyemediği bir bina görüyordu. Bir süredir yağmur yağdığını da biliyordu, çünkü hava ıslak toprak ve ormandaki küf kokusuyla ağırlaşmıştı.
Bundan sonra çeşitli görüntüler geldi geçti. Bir arabadaydı, bir gün öğleden sonra kısa bir süreliğine ormanda olduğunu hissetti. Ancak evinin yakınlarındaki bir ormanda değildi. Nasıl anladığını bilmiyordu -kendi ormanlarındaki azametli pelesenkler, sedirler ve titrekkavaklara benzemeyen ağaçlar görmüştü. Meşeler, kara -ağaçlar ve tanımadığı başka ağaçlar vardı. Sonra yine o sıkıntılı
32
uykusuna döndü.
Birkaç lokma yemeğin ağzına zorla verildiğini ve bunları yutarken boğazının sıkışıp göğsünün yandığını anımsıyordu. Ateşlenip düşler gördüğünü ve defalarca kan ter içinde, kalbi hızla çarparken uyandığını anımsıyordu. Babasının adını haykırışını anımsıyordu.
Bir gece memleketinde annesi ve diğer kadınlarla beraber yuvarlak binada oturduğunu gördü düşünde. Onların sevgisiyle boğuluyordu sanki. Uyanarak sert zeminde hızla doğruldu; burnuna nemli toprak kokusu ve henüz söndürülen kamp ateşinin havayı delen duman kokusu geldi, her iki yanında birer adam yatıyordu. Tekrar yatarken buraya nasıl geldiğini düşündü. Sonra bir şeyler anımsamaya başladı ve köyüne yapılan saldın aklına geldi. Aniden gözleri doldu; içindeki tüm umut ve neşenin öldüğünü hissederek ağladı.
Yolculuk yaparak geçirdiği günleri saymamıştı. Kendisiyle ilgilenen iki adam olduğunu biliyordu, fakat isimlerini söyleyip söylemediklerini hatırlayamıyordu. Ona soru sorduklarını ve kendisinin yanıt verdiğini de biliyordu, ama konuşmalarının konusu kesinlikle aklında değildi.
Derken bir sabah her şey berraklaştı.
Kieli gözlerini açtığında, her ne kadar bitkin olsa da etrafındaki şeyleri algılayabildiğini fark etti. Her iki tarafında da kapılar olan büyük bir ağıldaydı. Yakınlardaki bir ahırda atların yemek yediğini duyabiliyordu. İki kat battaniyeyle örtülü bir saman istifinin üzerinde yatıyordu ve kendi üzerinde de iki battaniye vardı. içinde kömür yanan, dövülmüş demirden, dikdörtgen, küçük kamp ocağından yükselen dumanla hava bulullanmışiı. Otla dolu bir ağıl, açıkla yanan ateşten yalnızca biraz daha az tehlikeliydi. Kieli dirsekle-
33
rinden destek alarak doğruldu ve etrafına baktı. Duman gözlerini biraz yakıyordu, fakat dumanın çoğu samanlıktaki açık kapıdan dışarı çıkıyordu. Etraf sessiz olduğundan Kieli yağmur yağmadığı sonucuna vardı.
Vücudu ağrıyordu, her yanı tutulmuştu, fakat yaptığı yavaş hareketler önceden olduğu gibi canını yakmıyordu.
Ahşap taburenin üzerinde oturan bir adam, koyu renk gözleriyle onu süzüyordu. Adamın saçlarının büyük kısmı grileşmişti. Sarkık bıyığı, yoğunlaşmaya çalışıyormuş gibi sıkıca kapadığı ağzının iki kenarından uzanıyordu. Alnının büyük bölümünü sık kakülleri kaplıyordu ve saçları da omuzlarına düşüyordu.
Gözlerinin kenarında biriken yaşlan silen Kieli, "Ben neredeyim?" diye sordu.
Adam merakla ona bakıyordu. "Aramıza geri mi döndün?" dedi herhangi bir yanıt beklemeksizin. Bir an
durdu. "Robert!" diye bağırdı ağılın kapısına doğru.
Az sonra kapı hızla açıldı ve bir başka adam içeri girip Kieli'nin yanma oturdu.
Saçları tamamen grileşmiş bu adam daha da yaşlıydı, fakat gözleri çok kudretliydi ve bakışlarını gencin üzerinde sabitledi. "Eh, Pençe, kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu nazikçe. "Pençe mi?"
"İsminin Gümüş Şahinin Pençesi olduğunu söylemiştin," diye hatırlattı yaşlı adam.
Delikanlı gözlerini kırpıştırarak düşüncelerini toparlamaya, neden böyle bir şey söylemiş olabileceğini
hatırlamaya çalıştı. Sonra görüsünü anımsayarak isimlendirme görüsünün gerçekleştiğini anladı. Zihninde
uzaktan gelen bir ses yankılanıyordu: Kalk ve halkın için bir pençe ol. "Neler hatırlıyorsun?"
" Savaşı hatırlıyorum..." Karnında karanlık bir yarık oluşmuş gibiydi, gözlerinin dolduğunu hissetti. Hüznünü bir kenara iterek, "Herkes öldü, değil mi?" diye sordu.
"Evet," diye yanıtladı Robert isimli adam. "Savaş sonrası ile ilgili ne hatırlıyorsun?"
"Bir araba..." Artık kendini 'Pençe' olarak düşünmek zoaında kalan Kieli bir anlığına gözlerini yumarak, "Beni oradan uzaklaşırdınız," dedi.
"Doğru," dedi Robert. "Yaraların yüzünden seni orada bırakıp ölmene izin veremezdik." Sonra da nazikçe, "Hem, sen ve savaş hakkında bildiğimiz bazı şeyler var," diye ekledi. "Nedir?" diye sordu Pençe. "Bu biraz daha bekleyebilir." "Ben neredeyim?" diye tekrarladı Pençe. "Kendrick Çiftlikleri'ndeki ağıldasın."
Pençe anımsamaya çalıştı. Bu ismi daha evvel de duymuştu, fakat herhangi bir ayrıntı anımsayamıyordu. "Neden buradayım?"
Uzun bıyıklı adam kahkaha attı. "Çünkü o zavallı leşini biz bulduk ve biz buraya bağlıyız."
"Ayrıca," diye devam etti Robert, "burası dinlenip iyileşmek için çok iyi bir yer." Ayağa kalkıp ondan uzaklaşırken alçak tavana kafasını çarpmamak için eğildi. "Burası bir korucunun senelerdir kullanılmamış kulübesi. Kendrick, ağılını ücret almadan kullanmamıza izin verdi. Hanında daha sıcak odaları, daha temiz çarşafları ve daha iyi yemekleri var... "
"Fakat aynı zamanda orada daha çok göz ve kulak var," dedi ilk adam.
Robert ona bir bakış atarak kafasını yavaşça salladı.
34
35
İlk adam, "Erkek ismine sahipsin, ama yüzünde hiç dövme göremiyorum," dedi. "Savaş, isimlendirme günümde çıktı," diye yanıt verdi Pençe bitkinlikle.
Robert ismindeki ikinci adam arkadaşına baktı ve sonra dikkatini tekrar delikanlıya yöneltti. "Bunlar
yaşanalı iki haftadan çok oluyor evlat. Pasko seni köyünde bulduğundan beri bizimle seyahat ediyorsun."
"Hayatta kalan başkaları da var mı?" diye sordu Pençe, sesi bo-ğuklaşmıştı.
Robert delikanlının yanma döndü, dizleri üzerine çöktü ve elini nazikçe onun omuzları üzerine koyarak, "Öldüler.
Hepsi," dedi. Pasko, "Alçak herifler mükemmel çalışmışlar. Haklarını vermek gerek," dedi. "Kim onlar?" diye sordu Pençe.
Robert eliyle onu nazikçe ittirerek ottan yatağına yatırdı. "Dinlen. Pasko birazdan sıcak çorba hazırlar sana. Ölümle pençeleştin. Çok uzun süre hayatta kalabileceğini düşünmemiştik. Birkaç damla su ve soğuk et suyuyla besledik seni. Artık gücünü toplamanın vakti geldi." Duraksadı. "Konuşacak pek çok şey var, fakat daha zaman var. Önümüzde çok zaman var Gümüş Şahinin Pençesi."
Pençe dinlenmek değil, yanıt istiyordu. Ancak bitkin düşen vücudu ona ihanet edince yerine yattı ve uykuya daldı.
Büyük bir açlıkla uyandığında kuşlar cıvıldıyordu. Pasko büyük bir toprak kupada çorba getirdi ve yavaşça
içmesini tembihledi. Diğer adam, Robert, etrafta görünmüyordu. Sıcak çorbayla ağzını ıslattıktan sonra, "Burası neresi?" diye
sordu Pençe.
36
"Kendrick'in yeri mi? Burası bir... han. Latagore ormanlarının içinde saklı olan bir han." "Neden?"
"Ne neden? Neden buradayız diye mi soruyorsun, yoksa neden hayatta olduğunu mu?" "Galiba her ikisini de," dedi Pençe.
"Önce ikincisini yanıtlayalım," dedi Pasko minik tabureye oturup kendi çorba kupasını kaldırırken. "Seni, gençliğimden, Uzak Loren taraflarındaki Dungarren Dükü'nün hizmetinde bir asker olarak çalıştığım zamanlardan bu yana şahit olmadığım kadar büyük bir kıyımın ortasında bulduk. Seni de diğerleri gibi ölü zannedip gidiyorduk ki, inlemelerini duydum. Yani, aslına bakılırsa inleme değil de, daha çok yüksek sesli bir iç çekiş gibiydi. Kader sayesinde hayattasın. Üzerinde o kadar çok kan ve göğsünde öyle büyük bir yara vardı ki, en başta ikimiz de seni ölü sandık. Neyse, nefes alıyordun ya, efendim de seni hemen almamızı söyledi. Çok merhametlidir kendisi, söylemem gerek."
"Ona teşekkür etmeliyim," dedi Pençe; her ne kadar tüm ailesi yok olurken kendisi hayatta kalabildiği için bedbaht olduğundan teşekkür etmek istemese de.
"Zannederim bunun karşılığını ödemen için bir yol bulur," dedi Pasko. Ayağa kalktı. "Ayaklarını açmak ister misin?"
Pençe kafasını salladı. Ayağa kalkmaya başladığında başının döndüğünü, vücudunun da ağrıdığını hissetti. Hiç
kuvveti yoktu.
"Yavaş evlat," dedi Pasko, Pençe'ye yardım için hızla yanına gelirken. "Bir günlük kediden bile daha güçsüzsün. Eski sağlığına kavuşana kadar daha çok dinlenmen ve yemen gerekecek, fakat şimdilik biraz dolanmak iyi gelir." Pasko ağılın kapısına kadar Pençe'ye eşlik etti ve dışarı çıktı-
37
lar. Soğuk bir sabahtı ve Pençe aşağı vadilerde olduklarını tahmin edebiliyordu. Hava, kendi memleketindeki çayırlardan daha farklı kokuyor, daha farklı hissettiriyordu. Pençe bacakları titrediğinden küçük adımlar atmak durumunda kalıyordu. Pasko durdu ve delikanlının etrafı gözlemesine izin verdi.
Taştan, yüksek bir duvarla çevrili büyük bir ahır avlusunday-dılar. Pençe, tasarımından ötürü yapının bir istihkam olduğunu hemen anladı, çünkü taştan basamaklar, han olduğunu düşündüğü büyük binadan az ötede, farklı noktalarda yükselen duvarların ucuna dek uzanıyordu. Duvarın tepesinde mazgal ve mazgal siperleri, bir de araziyi savunurlarken ancak iki adamın yan yana geçebileceği kadar geniş bir yol vardı.
Han, Pençe'nin gördüğü en büyük yapıydı; yuvarlak bina ve uzun bina onun yanında ufacık kalırdı. Üç katlıydı ve çatısı saman ya da ahşapla değil taştan kiremitlerle kaplıydı. Beyaz boyalıydı ve kapılarla pencerelerin etrafında ahşap çerçeveler vardı. Panjur ve kapılar yeşildi. Binanın üzerindeki pek çok bacadan gri dumanlar tütüyordu.
Ahırın yanında bir araba duruyordu, Pençe bunun kendisini buralara getiren araç olduğunu düşündü. Az ilerideki ağaçların tepelerini görebiliyordu, bu yüzden hanın etrafındaki ağaçların kesilmiş olduğu kanaatine vardı.
"Ne görüyorsun?" diye sordu Pasko beklenmedik bir şekilde. Pençe kendisini dikkatlice inceleyen adama baktı. Konuşmaya başladı, fakat büyükbabasının görünenin de arkasına bakması gerektiğini söylediğini anımsayınca sustu ve Pasko'ya işaret ederek kendini yakındaki basamaklara götürmesi için yardım istedi. Duvarın tepesine varana dek basamaklardan çıktı. Artık en yukarıdan bakabiliyordu.
38
Han doğal bir açıklığın tam ortasındaydı, fakat etraftaki ağaç kökleri, bölgenin seneler önce genişletildiğini gösteriyordu. Kökler çimen ve dikenlerle kaplıydı, fakat ormana doğru giden yol teiniz tutulmuştu. "Ne görüyorsun?" diye tekrarladı Pasko.
Pençe yine yanıt vermedi ve bu kez hana doğru yürümeye başladı. İlerledikçe, Kendrick'in Yeri olarak bilinen hanın yerleşim planı zihninde canlandı. Duraksadı. Ortak Dil'i köydeki diğer gençler kadar akıcı konuşabiliyordu, fakat şimdiye dek bu dili nadiren kullanmıştı; o da yalnızca tüccarlar geldiğinde... Köyünü düşününce o soğuk ümitsizlik yeniden döndü. Acısını bastırarak söylemek istediği kelimeleri düşündü. Nihayet, "Burası bir han değil, kale," dedi.
Pasko sırıttı. "Aslında her ikisi de. Kendrick bazı komşularından pek hazzetmez de."
Pençe kafasını salladı. Duvarlar dayanıklıydı ve üzerindeki okçuların rahat nişan alabilmeleri için dört bir yanında yeterli boşluklar açılmıştı. Ormandan gelen yol, hana ulaşmadan aniden kesiliyor ve binanın öbür tarafında olduğunu hesap ettiği kapıların etrafından dolanıyordu. Hiçbir mancınık ya da yanan araba, bu kapıları yıkıp içeri girmek için kolayca kullanılamazdı.
Binanın yerleşimine baktı. Üst pencerelerdeki okçular, diğerlerini destekleyebilmek için ikinci bir savunma grubu oluşturuyordu. Bakışlarını kapılara çevirdiğinde orada da ağır demir parmaklıkların olduğunu gördü. içeriden kapatılmış olabileceklerini düşündü. Bunları indirmek için büyük baltalı iri adamlar gerekirdi. Yukarı baktığında her kapının üzerinde nişan delikleri olduğunu gördü. Kapının önündekilere bu delikten kızgın yağ ya da su dökülebilir, ok atılabilirdi.
En sonunda, "Zorlu komşuları olmalı," dedi. Pasko kıkırdadı. "Öyle."
Siper üzerinde durmuş, hana bakıyorlarken bir kapı açıldı ve elinde büyük bir kovayla genç bir kız çıkageldi.
Yukarı bakıp ikiliyi görünce el salladı. "Merhaba Pasko!" "Merhaba Lela!"
"Yanındaki kim?" diye sordu kız neşeyle. Pençe'den birkaç yaş büyük görünüyordu, fakat halkı arasında
tanıdığı tüm kızların aksine koyu tenliydi. Cildi buğdayrengine kaçıyordu ve saçları gece karasıydı. İri
kahverengi gözleri gülerken parlıyordu.
"Yoldan aldığımız bir çocuk. Onu rahat bırak. Zaten yeterince
hayranın var."
"Asla yeterli gelmiyor!" diye seslendi kız neşeyle. Bir adım atıp kovasıyla birlikte kendi etrafında döndü,
sonra da yoluna devam etti. "Su getirmek için biraz yardıma ihtiyacım olabilir," dedi işveli
bir gülümsemeyle.
"Sağlıklı kızsın sen, bu çocuksa yaralı." Pasko duraksadt ve sonra, "Lars ve Gibbs nerede?" diye sordu.
"Kendrick onları attı," dedi Lela ve ahırın diğer tarafından geçip gözden kayboldu. Kız görüş alanından çıktıktan sonra Pençe bir müddet için sessiz kaldı ve ardından, "Ben ne yapacağım?" diye sordu. içinde derin bir ümitsizlik, iradesizlik ve hayatında daha evvel hiç bilmediği bir isteksizlik olduğunu hissediyordu. Ailesi olmadan... Köyüne dair anıları gözlerini yaşarttı. Orosini halkı, eğlence zamanlarında kendilerini büyük kutlamalara, hüzün zamanlarındaysa gözyaşına boğabilecek kadar duygusaldı. Fakat yabancıların yanında vakur dururlardı. Yine de bunların hepsi Pençe'ye anlamsız geldi ve gözyaşlarının akmasına izin verdi.
Pasko gözyaşlarına aldırmadan, "Robert döndüğünde bunu ona sorarsın. Ben yalnızca bana söyleneni yaparım. Ona hayatını borçlusun ve bu borcu ödemen gerekir. Şimdi biraz daha gezdirelim de seni, sonra yine dinlenmeye çekilirsin," dedi.
Pençe buraları keşfetme, hanın içine girip büyüklüğünden dolayı çok sayıda olduğuna inandığı harikalarını görme arzusuyla yanıyordu. Fakat Pasko onu ağıla geri götürdü, saman yatağına vardığında Pençe öyle yorulmuştu ki, döndüklerine sevindi. Vücudundaki yaralar ağrıyor ve batıyordu. Bu küçücük yürüyüşün bile yara dokusunu zedelediğini, iyileşmek için zamana ihtiyacı olduğunu biliyordu. Bekleyen Ayı'nın bir yabandomuzu tarafından tepelenişini anımsadı. Bacakları kendine gelene kadar neredeyse yarını sene topallamıştı.
Pasko arabadan getirdiği birkaç parça eşyayla ahırda oyalanırken, Pençe saman yatağına uzanıp gözlerini yumdu. Yaklaşık yarım saat önce uyandığında bir endişe duymuş olmasına rağmen yeniden uykuya daldı.
Mizacı gereği sabırlı biri olan Pençe günlerini Pasko'yu sorulara boğarak geçirmedi. Hizmetkarın, huyu gereği sessiz, görevi gereği ketum olduğu aşikardı. Pençe etrafı ancak kendi gözlem yeteneğiyle keşfedebilirdi.
Halkının yıkımıyla hissettiği acı hep aklmdaydı. Bir hafta boyunca her gece bunun için gözyaşı dökmüş, fakat günler geçtikçe bu acısını bir kenara koyup öfkeyle kucaklaşmaya başlamıştı. I lalkının yok oluşundan sorumlu insanların dışarıda bir yerlerde dolandığını biliyordu. En nihayetinde onları yakalayacak ve cezalarını kesecekti; Orosini geleneği böyleydi. Fakat genç bir erkeğin tek başına tam anlamıyla öç almak için çok az şansı olabile-
41
40
ceğini anlayacak kadar da gerçekçiydi. Güç, kabiliyet, silah bilgisi ve daha pek çok şey kazanmalıydı.
Atalarının ona yol göstereceğini biliyordu. Gümüş Şahin onun sembolüydü: Bir vakitler Ki-elianapuna olarak
bilinen çocuk, halkının pençesi olacaktı.
Günleri tekdüze bir hal almıştı. Her sabah uyanıp bir şeyler yiyordu. Pasko'yla, ilk başta büyük hanı çevreleyen ağılda, sonra da yakınlardaki koruda yürüyordu. Gücü yerine geldikçe Pasko'ya su çekmek, ağaç kesmek ve atların yularlarını, dizginlerini, koşum kayışlarını tamir etmek gibi günlük işlerde yardım etmeye başladı. Zeki bir delikanlıydı ve bir şeyi öğrenmesi için bir ya da iki defa anlatılması yeterli oluyordu.
Mükemmeli yakalamak için azimle çalışıyordu.
Ara sıra, Pençe hanın içinde koştururken, Robert'ı genellikle üç adam eşliğinde görüyordu. Pasko'ya bunların kim olduğunu sormuyordu, fakat tiplerini zihnine kazımıştı. İlk adamın Kendrick olduğunu düşünüyordu. Gri saçları, yüzünü kaplayan sakal ve bıyıkları olan uzun boylu bu adam handa kendi malıymış gibi dolanıyordu. Üzerinde şık bir tunik, parmağında da koyu renk taşlı altın bir yüzük vardı, bunun dışında günlük kullanıma uygun pantolon ve çizmeler giyiyordu. Hizmetkarlara, Lela ve ondan biraz daha genç olan Lars ve Gibbs'e emir vermek için sık sık duruyordu. Seyyahlar hana geldiğinde Lars ve Gibbs sürekli ağıla uğrardı, çünkü onlar atların bakımıyla ilgileniyordu.
Pençe gördüğü ikinci adama 'Kar Tepesi' diyordu, çünkü saçları kar gibi beyazdı, ama buna rağmen yaşı otuzdan fazla görünmüyordu. Ne Kendrick ne de Robert kadar uzun boyluydu, fakat her nasılsa ikisini de hakir görüyor gibiydi. Pençe, onun kendisini bir kabile reisi ya da şaman gibi gösterdiğini düşünüyor ve etrafında bir kudret halesi olduğuna inanıyordu. Gözleri soluk maviydi, yü-
42
züyse güneş gibi. Eteklerine ve kollarına karışık desenler işlenmiş koyu gri bir cüppe ve iyi yapım çizmeler giyiyordu. Bazen ahşap bir asa taşıyor, bazen de cüppesinin rengine uygun geniş kenarlı bir şapka takıyordu.
Sonuncu adam biraz ikinci adama benziyordu, sanki akrabaydılar, fakat saçları Pençe'ninki gibi koyu kahveydi. Gözleri de koyu kahveydi ve davranışları, hareketleri, onun bir savaşçı ya da avcı olduğunu düşündürüyordu. Pençe bu adama zihninde 'Bıçak' adını vermişti, çünkü sol eli, Pençe'nin hiç görmediği kadar ince olan kılıcının kabzasından bir an olsun ayrılmıyordu. Dizlerine kadar uzanan çizmelerinin içine soktuğu mavi bir pantolon, üzerine ise bağcıklı bir yelek ve koyu gri bir gömlek giyiyordu. Ayrıca sürekli Kar Tepesi'nin geniş kenarlı şapkasının siyahını takıyordu. Bir keresinde Pençe onun gündoğumunda elinde bir yayla handan çıktığını görmüştü, aynı gece adam omzunda ölü bir geyikle dönmüştü. Pençe birden ona hayranlık duyduğunu hissetmişti; Orosini halkı arasında avcılık büyük bir beceri olarak görülürdü.
Robert, Pasko ve Pençe'ye zaten oranın bir parçasıymışlar gibi muamele ediliyordu. Yalnızca Lela arada bir durup Pasko ya da Pençe'ye selam veriyor veya kafasını, elini sallıyordu. Tıknaz, kızıl kafalı bir delikanlı olan Lars ile yaşça ondan biraz daha büyük ve zayıf biri olan Gibbs arada bir onlarla konuşur, birkaç tane çivi ya da ilgilenilen atın tutulması için yardım isterlerdi. Fakat her ikisi de normal bir sohbetten kaçınıyordu. Pençe çoğu zaman kendisi ve Pasko'nun, handakilerin zihinlerinde bile yer almadıklarını düşünüyordu.
Aradan tam bir ay geçtikten sonra, Pençe bir sabah uyandığında Robeıt ve Pasko'nun derin bir konuşmaya dalmış olduklarını gördü.
43
Genç adam sessizce kalktı, üzerini giydi ve kendini belli etti.
"Ah, genç Pençe," dedi Robert gülümseyerek. "Pasko bana iyi ce kendine geldiğini söylüyor." Pençe kafasını sallayarak, "Yaralarım iyileşti ve vücudunum tutukluğu geçti," dedi.
"Avlanacak kadar iyi misin?"
"Evet," diye yanıtladı Pençe hiç tereddüt etmeden. "Güzel. Benimle gel."
Ağıldan çıktı ve Pençe de ona ayak uydurdu. Hana doğru yürürlerken, "Efendim, size borçluyum, öyle değil mi?" diye sordu Pençe.
"Doğrudur," diye yanıtladı Robert. "Bu borçtan nasıl kurtulacağım?" Robert durdu. "Senin hayatını kurtardım, değil mi?" "Öyle," diye yanıtladı delikanlı.
"Sizin halkınızı yanlış tanımıyorsam, âdetlerinize göre bu bana bir hayat borçlu olduğun anlamına geliyor, değil mi?"
"Evet," dedi Pençe sakince. Hayat borcu, doğaıdan veya dolaylı olarak senelerce hizmeti gerektiren karmaşık bir
kavramdı. Oro-sinili biri bir başkasının hayatını kurtardığında, kurtarılan kişi diğerinin emrinde görülürdü. O ailenin bir üyesi olurdu, fakat bunun ayrıcalıklarından faydalanamazdı. Kendi ailesi aç olsa bile, kurtarıcısının ailesinin yemek bulabilmesini sağlamak onun şeref sözüydü. Rendi mahsullerinden evvel kurtarıcısınınkileri toplamak zomnday-dı. Yani her şekilde, kurtarılan diğerine borçlu olurdu. Robert da Pençe'ye, kendisi onu hizmetinden azat ettiğini söylediği vakit gelene dek onun efendisi olduğunu söylüyordu. "Bu ağır bir borç, değil mi?" "Evet," diye yanıtladı Pençe düz bir biçimde.
44
Uzaktaki ağaçların yapraklarını hışırdatan rüzgar yavaş yavaş eserken Robert düşüncelere dalmış gibi sessizdi. Sonra şöyle dedi: "Seni sınayacağım genç Pençe. Cesaretini ölçüp, yeterli misin bakacağım." "Ne için yeterli olacağım efendim?"
"Pek çok şey için. Ve bunların yarısını bile sana birkaç yıl boyunca söylemeyeceğim. Şayet yetersiz kalırsan seni birkaç seneliğine Kendrick'in hizmetine vereceğim, ki Orosini tepelerinden başka bir dünyada da kendine bakabilmeyi öğrenesin. Çünkü oradaki hayatın artık sonsuza dek bitti."
Pençe bu sözleri işittiğinde üzerine bir darbe inmiş gibi hissetti, fakat bakışları boştu. Robert'ın söylediği doğruydu. Başkaları da bir şekilde hayatta kalıp dağlara kaçmadıysa Orosini'den kalan tek erkek kendisiydi ve o dağlarda kimse tek başına yaşayamazdı.
Pençe, "Peki ya yeterliysem?" dedi.
"O zaman hiçbir Orosinilinin hayal bile edemeyeceği şeyler görür ve öğrenirsin genç dostum." Başka bir adam yaklaşırken arkasını döndü. Gelen Bıçak'tı ve hem sırtında hem de elinde bir uzun yay, belinde de içi ok dolu bir sadak vardı. "İşte geldi." Pençe'ye dönen Robert, "Eminim ki bu adamı daha evvel görmüşlüğün vardır, çünkü gözlem yapma işinde pek kabiliyetlisin, şimdilik bunu anladım. Pençe, bu Caleb. O ve kardeşi Magnus benim arkadaşlarımda'," dedi.
Pençe, sessiz kalıp kendisini inceleyen adamı başıyla selamladı. Yakından bakınca Caleb'ın ilk düşündüğünden daha genç olduğunu fark etti -belki de ondan en fazla on yaş büyüktü, fakat kendisini ispatlamış bir savaşçı güveniyle dikiliyordu.
Caleb bir yayı ve sadağı Pençe'ye uzattı, Pençe de sadak kemerini beline takıp yayı inceledi. Ok almayı öğrendiği yaydan daha uzundu ve çekiş gücünü denerken Caleb'ın gözlerinin onun her hareketini dikkatle izlediğini gördü. İpin bir ucunda

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp