Bedensel Hastalıkların Tedavisinde

BEDENSEL HASTALIKLARIN TEDAVİSİNDE

Bedensel hastalıkların tedavi yöntemi iki türlüdür; Birinci tür tedavide doktorun müdahalesine gerek duyulmaz. Çünkü insan ve hayvanların oluşturduğu canlılar sınıfının yapılarında var olan canlılık özelliklerinden yorgunluk, açlık, susuzluk, üşüme ve benzeri durumlar zıtlarıyla tedavi olurlar(!). İkinci tür tedavide ise düşünmeye ve araştırmaya ihtiyaç vardır. Vücutta meydana gelen ateş, üşüme, kuruma, sulanma ya da bunların ikisinden oluşan değişikliklere yol açan ve birbirine benzeyen hastalıkların tedavisi gibi.

Bu tip hastalıklar maddi ve keyfi olmak üzere iki türlüdür. Maddi olanlardan maksat; maddenin dökülmesiyle ortaya çıkan, keyfi olandan maksat da; bir durumun ortaya çıkması, ya da bir değişiklik nedeniyle anlaşılan hastalık demektir. Aralarındaki fark ise; keyfiyete ilişkin hastalıklar, keyfiyetin gerektirdiği maddelerin yok olmasından sonra ortaya çıkarlar. Maddeler yok olur fakat karakterde izleri keyfiyet olarak kalır. Maddeye ilişkin hastalıklarda ise, hastalık süresince hastalığın nedeni devam eder ve hastalık süresini uzatır. Hastalığın nedeni devam ettiğine göre, önce bu nedeni araştırmalı, sonra hastalığa teşhis koymalı, en sonunda da tedavi yoluna gidilmelidir. Düşünme ve araştırmaya ihtiyaç gösteren hastalıkların ikincisi ise, teknik imkanlarla tedavi olacak hastalıklardır. Bu hastalıklar organı normal durumundan çıkarır.

Değişiklik; ya organın şeklinde, ya içinin boşalmasında, ya kan damarlarında, ya sertliğinde, ya dokunulmasında, ya sayısında, ya kemik yapısında, ya da konumunda olur. Bu özelliklerin birleşmesi ve vücudun bunları kendisinde toplamasına "birleşme" bunların normalin dışına çıkmasına "birleşmenin ayrılması" denir. Düşünülerek ve araştırılarak tedavi edilen hastalıklardan üçüncüsü; benzer hastalıklarla, teknik tedavi ihtiyacı gösteren hastalıkları kapsar. Benzer hastalıklar mizacı normal halinden çıkarır. işte bu Çıkışa hissedilir derecede rahatsızlık verdikten sonra "Hastalık" denir. Bu hastalıklar ise sekiz çeşittir. Bunlardan dördü basit, dördü de bileşiktir. Basit olanlar: Soğuk, sıcak, yaş ve kuru; Bileşik olanlar ise:

Nemli - sıcak, kuru - sıcak, nemli - soğuk, kuru - soğuk'tur. Bunlar da ya bir maddenin dökülmesiyle, ya da bir maddenin dökülmesi görülmeden olur. Bedenin üç durumu vardır. Normal durumu, anormal durumu ve ikisi arası bir durum. Birinci halde vücut sağlamdır, ikinci, halde hastadır, üçüncü halde ise ikisinin arası bir durumdadır. Zira zıtlar, birbirine ancak bir aracı yardımıyla dönüşürler. Vücudun normal durumdan çıkması ya dahili bir etkene dayalıdır.

(Çünkü vücut, sıcak, soğuk, yaş ve kurunun bileşiminden oluşur.) yahut da harici bir etkene dayalıdır. (Zira vücudun karşılaştığı durum ya uygundur, ya da değildir). Bu durumda insanın gördüğü zarar, bazen normalin dışına çıkması sonucu ortaya çıkan mizacın kötülüğünden olur, bazen organ bozukluğundan, bazen da gücün veya gücün varlığını sürdürmesini sağlayan ve takviye eden şeylerin zayıflamasından olur.

Fazlalığı zararlı olan bir maddenin artması, eksikliği zararlı olan bir maddenin eksilmesi, birleşmesi gereken şeyin ayrılığı, ayrılması gerekenin birleşmesi, kısalığı normal olan bir şeyin uzaması, şekil ve konumu belli olan bir organın, kendisini anormal hale getirecek derecede şeklinden ve konumundan dışarı çıkması gibi. işte doktor, insan vücudunda toplanması zararlı olan maddeleri dağıtan, dağılması zararlı olan maddeleri de toplayan, fazlalığı zararlı maddeleri eksilten, eksikliği zararlı olan maddeleri de artıran kimsedir!...

Böyle olunca doktor, yitirilen sağlığı yeniden kazandıran ya da en azından korumaya çalışan kimse demektir. Bunu sağlamak için de mevcut hastalığı, ona zıt bir yöntemle kovar ve vücuttan tamamen çıkarır veya perhiz yoluyla gelişmesini ve yayılmasını engeller. Yüce Allah'ın yardımıyla bu metotların tamamını "Peygamber efendimizin gösterdiği tedavi yolları" konusunda doyurucu ve yeterli derecede göreceğiz.

Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in kendisinin tedavi olması, ev halkından ve ashabından hastalananlara tedavi olmalarını emretmesi bu konudaki yol göstericiliğinin bir örneğidir. Ancak tedavi olması ve tedaviyi emretmesini Resülüllah'ın ve ashabının "KOMPOZE" adı verilen bileşik ilaçları kullanarak tedaviyi tavsiye ettiği şeklinde anlamamalıdır. Zira onların kullandıkları ilaçlar genellikle basit ve tek elemanlıdır. ikinci bir elemanı çoğu kez yardımcı olarak ya da ilacın şiddetini kırıcı olarak kullanırlardı. Arap, Türk ve sahra sakinlerinin tümünün oluşturduğu değişik insan cinslerini içeren ulusların çoğunun tıbbı bu yöndedir.

Bileşiklerden oluşan ilaçları sadece Rum ve Yunanlılar kullanmışlardır. Hindistan ve çevresinin çoğu ilaçları da tek elemanlı basit ilaçlardır. Tabipler, beslenme yoluyla tedavi mümkün olduğu sürece ilaç kullanılmaması, basit ilaçların yeterli olduğu tedavilerde de bileşik ilaçların alınmaması gerektiği hususunda görüş birliğine varmışlardır. Derler ki, perhiz ve düzenli beslenme yoluyla giderilebilen her hastalığın ilaçla tedavisine teşebbüs edilmez. Doktorlar ilaç vermeye düşkün olmamalıdırlar. Zira ilaç, vücutta tedavi edeceği bir hastalık bulamaz, yahut kendine uygun olmayan bir hastalık bulur, ya da uygun bir hastalık bulur da nitelik veya nicelik bakımından farklılık olursa sağlığın gelmesini engeller ve tedaviyi geciktirir.

Doktorların deneyim sahibi olanlarının tıbbi tedavi yolları, çoğunlukla basit ilaçlardan yanadır. Bu guruba giren hekimler, üç Tip Bu gerçeği insanların en bilgisizlerinden, gururuna en çok düşkün olanlarından, Allah'tan ve insan gerçeğinden en uzak olanlarından başkaları inkar etmez. Yakında -inşallah- zehirlenen ve fatiha 'yla nefes edildikten sonra hiç bir şeyi yokmuş gibi kalkıp dikilen kimseden nasıl olup da Fatiha okumanın zehir in etkisini giderdiğini açıklayacağız. işte bunlar Peygamber efendimizin tedavi metotlarından iki türdür.

Cenabı-ı hakkın yardımıyla gücümüzün yettiği, kısır bilgimizin, yetersiz hünerimizin ve yarım kültürümüzün yetiştiği yere kadar konu üzerinde konuşacağız. Ancak, tüm iyilikleri elinde tutan Rabbimizin bağışını, fablından yardımını dileriz. Çünkü O, güçlü ve bağışlayandır. Müslim, Sahih'inde -Ebu Zübeyr'in, Cabir ibn Abdullah'tan, onun da Peygamber Sallallahu aleyhi ve selem efendimizden rivayet ettiği hadislerdendir-. Peygamber Sallallahu aleyhi ve selem efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:

-Her derdin çaresi vardır, derdin çaresi bulunduğu zaman, Allah'ın izniyle iyi olur (1)• Buhôrt ve Müslim'de, Ata'nın Ebu Hüreyse (Allah ondan razı olsun) rivayetiyle Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin şöyle buyurdukları rivayet edilir:

-Allah, dermanını indirmeden bir derdi indirmez.(2).

imam Ahmed'in Mesnedinde Ziyad İbn-I Alaka'nın Usame İbn- i Şerik'ten rivayetiyle, aynı konuda hadisin şu şekli vardır. Usame derki:

«Ben Peygamber'in yanında bulunuyordum. Bu sırada çöl Arapları geldiler ve dediler ki; "Ey Allan'ın elçisi tedavi olabilir miyiz?"

Oda buyurdu ki: "Ey Allah 'ın kullan evet tedavi olabilirsiniz. Zira Allah, dermanını yaratmadan bir derdi yaratmamıştır. Ancak bir dert bunun dışındadır". Araplar; o dert nedir? diye sordular, Peygamber efendimiz de: "Yaşlanmakta" buyurdular . Hadis-i Şerif'in bir başka şeklinde de: Allah dermanını indirmeden bir derdi indirtmez. Ancak dermanını bilen bilir, bilmeyen bilmez buyurmuştur. İbn Mes'ud'un merfo olarak rivayet ettiği hadislerden de Müsned'de:

-Allah derme turu indirmeden bir derdi indirmez, ancak bilen bilir, bilmeyen bilmez (!) şekliyle mevcuttur. Müsned'de ve Tirizi‘nin Süneni‘nde Ebu Huzarne'derı rivayetle şu hadis-i Şerif yer almaktadır.

Ebu Huzarne der ki:

-"Ey Allah'ın elçisi, yapılacak bir dua varsa yapalım, ilaç varsa kullanalım, perhiz gerekiyorsa edelim, lakin bu, Allah'ın yazmış olduğu alın yazısından bir sapma olur mu?" dedim. Buyurdular ki:

-" Yapmak istediğin şeyler de Allah 'ın yazgısındandır".-Bu hadis-i şerifler mikrop ve hastalıkların varlığını kabul, bunları inkar edenlerin sözlerinin geçersiz olduğunu ispat anlamını taşır. "Her derdin dermanı vardır" sözünün genel anlamda yorumlanması mümkündür. Bu açıdan değerlendirilirse cümlemiz. Öldürücü dertleri ve bir doktorun tedavi edemeyeceği hastalıkları da kapsamına alabilir. Bu yoruma göre Allah Teala öldürücü dertlerin ve tedavisi yapılamayan hastalıkların çarelerini de yaratmıştır.

Bununla birlikte tedavi çarelerini ve bu çareleri öğrenme yollarını beşeriyetten gizli tutmuştur. Çünkü Yaratıkların Allah'ın bildiğinin dışında bir bilgiye sahip olamayacakları gerçeği vardır. Peygamber efendimiz de hastalığın iyi olmasını, ilacın hastalığa uygun olmasına, bu yüzden bağlamıştır. Zira evrendeki yaratıkların mutlaka bir zıddı vardır. Buna bağlı olarak her derdin de mutlaka onun zıttı olan bir ilacı vardır ve bununla tedavi olunabilir. Yine Peygamber efendimiz, tedaviyi ilacın miktarının (dozunun) hastalığa yetecek derecede ayarlı olmasını da şart koşmuştur. Bu, ilacın hastalığa uygunluğuna ek olarak getirilmiş ikinci bir şarttır.

Eğer ilaç, hastalığa gerekli olan miktarı nicelik ve nitelik yönünden aşarsa, mevcut hastalığı bir başka hastalığa dönüştürür. Eğer ilacın dozu yeterli olmazsa, hasta direnç kazanamaz ve dolayısıyla da tedavi gerçekleşemez. ilaç veren doktor, isabetli değilse şifa hasıl olamaz. ilaç uygun zamanda alınmazsa bir yarar sağlamaz. Bünye ilacı kabul etmez, ilaca tahammül edecek güce sahip olmaz ya da ilacın etkisini engelleyecek her hangi bir mani bulunursa, ilaçla hastalık arasında uygunluk olmadığı için iyileşme gerçekleşemez.

Eğer uyum varsa hasta mutlaka iyileşecektir. Hadisin yapılabilen iki yorumundan en güzeli budur. ikincisi ise, kendisiyle özel bir anlam kastedilen genel terimlerden olmasıdır. Özellikle lafızda hastalığın getirdiği zayıflık ve ızdıraplar da dahildir. Terimlerin bu tür kullanımı tüm dillerde mevcuttur. Buna göre hadis-i Şerif'in anlamı "Allah Teala tedaviyi kabul eden tüm hastalıkların ilacını yaratmıştır" olur. Bu durumda hadis-i şerif'in kapsamına tedavi kabul etmeyen hastalıklar girmezler. hadis-i şerifte Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin kullandığı dil, Cenabı hakkın Ad kavmine musallat kıldığı rüzgarı anlatan:

• Rabbinin emriyle her şeyi talak: ediyor,(!) ayetinde de kullanılmıştır. Yani, helak olması mümkün olan, helak olmayı kabul eden her şeyi helak ediyor, demektir. Helak olmayı kabul eden şeyi helak etmek de rüzgarın özelliğidir. Arap dilinde bu tür cümle(1) örneklerine sık rastlanır.

Evrendeki zıt varlıkların yaratılışını, bu varlıklardan bir bölümünün diğerine karşı koyuşunu, bu kısmıyla diğerinin zararsız hale getirilişini, bir kesimin diğer bir kesime musallat kılınışını düşünen insan, Allah Tealanm kudret ve hikmetinin kusursuzluğunu, yaratıklarını kendisine boyun eğdirişini, rızık verme, vahdaniyet ve kahırda tek oluşunu kolayca anlayabileceği gibi, Allah'ın dışındaki varlıkların zıt ve engellerinin varlığını, onun (Allah'ın) hiç bir varlığa muhtaç olmaksızın zengin oluşunu ve tüm varlıkların ona muhtaç olduğunu da kolayca fark edebilir.

Yukarıdaki sahili hadislerde tedaviyi emir vardır ve bu emir; açlık, susuzluk ateş ve üşümeyi zatlarıyle gidermede olduğu gibi, tevekküle engel de değildir. Bilakis tevhit gerçeği; dinen gerçekleşmeleri kendilerine bağlı olan madde ve manevi sebeplere sarılmakla tamamlanır. Sebepleri hiçe saymak tedaviyi emretmeye ve hekimliğe ters düştüğü gibi, tevekkülün özüne de uygun değildir. Sebeplere sarılmayı önemsemeyen insanların bunu tevekkülün en üstün derecesi zannetmeleri tevhit inancını da zayıflatır.

Zira sebeplere sarılmayı terketmek, gerçekte din ve dünyasında kula zararlı olanın giderilmesi ve yararlı olanın meydana gelmesinde kalbin Allaha dayanması ve güvenmesinden ibaret olan tevekkül anlayışına ters düşen bir acizliktir. Bu güvenin yanında mutlaka sebeplere de sarılmak gereklidir. Yoksa Müslüman, hem dinini hem de dünyasını boşa vermiş olur. Bunun yanında acizliğini tevekkül, tevekkülünü de acizlik olarak nitelendirmiş, yani acizlikle tevekkülü birbirine karıştırmış olur.

Yine aynı hadis-i şeriflerde. tedaviyi inkar eden ve: -"Eğer hastanın iyi olması önceden takdir olunmuşsa, tedavinin bir yararı yoktur. Eğer takdir olunmamışsa zaten yararı olmayacaktır. Hastalık, takdir-i ilahı ile meydana gelmiştir. takdir-i ilahiye ise engel olunamaz ve değiştirilemez" diyen kimsenin sözlerinin boş olduğu anlatılmıştır. Bu soruyu Peygamber efendimize soranlar bilgisi olmayan cahil Araplardı. Sahabenin ileri gelenlerine gelince, Allah'ın zatı, sıfatları ve hikmeti hakkındaki geniş anlayışları, onların Peygamber efendimize böyle bir soru sormalarına gerek bırakmaz.

Peygamber efendimiz onlara yeterli ve doyurucu bir cevap vermiş ve buyurmuştur ki:

"Bu -nüsha ve perhiz- hepsi Allah'ın takdiriyledir. Hiç bir şey onun takdirinin dışına çıkamaz. takdir-i ilahı ancak yine takdir-i ilahı ile değişebilir. Bu değişme yine onun takdiridir. Hiç bir şekilde onun takdirinin dışına çıkmak mümkün değildir. Bu da açlık, susuzluk, ateş ve üşümeyi zıtlarıyla gidermeye benzer Düşmanı savaşla zararsız hale getirmek de böyledir. Değişen de değiştiren de değişiklik de Allah‘ın takdiridir. Soruya şöyle cevap vermek de mümkündür: Öyleyse siz, bir yarar getirecek ya da bir zarar giderecek sebeplere sarılmayınız. Zira yarar ya da zarar eğer takdir edilirse mutlaka gerçekleşeceklerdir. Eğer takdir edilmedilerse onları gerçekleştirmenin hiç bir yolu yoktur. Bu düşünce tarzı ise din ve dünyanın tahribi ve evrendeki düzenin bozulması demektir. Bu tür sözleri ancak hakkı inkar edenler ve ona karşı inat edenler söylerler. Cenabı hakka karşı delil olarak kullanmak amacıyla takdir-i ilahiyi dillerine dolarlar. Bir zamanlar müşrikler de aynı yola başvurmuşlar ve Allah'ın, peygamberleri delil olarak kullanmasını engellemek amacıyla şöyle demişlerdi: "Eğer Allah istemiş olsaydı ne biz ve ne de babalarımız şirk koşardık. (1). "Eğer Allah dileseydi biz ve babalarımız, Allahtan başkasına tepmezdik.

(2) Hatırlamadığımız üçüncü bir şık daha kalmıştır ki o da, Allah-u Teala'nın, takdir'i sebeplere bağlamış olduğudur. Sebeplerin gerçekleşmesi takdir-i ilahi‘nin gerçekleşmesi sonucunu doğurur. Eğer sebepler gerçekleşmezse takdir-i İlahi de gerçekleşmez. Soru sahibi, gerçekleştirmemi takdir etmişse yaparım, takdir etmemişse yapabilmem zaten mümkün değildir derse; cevap olarak denilir ki, eğer oğlunuz, işçiniz veya maiyetinizdeki insanlardan birisi emrettiğiniz ya da yasakladığınız her hangi bir konuda size karşı çıktığı zaman Allah'ın takdiri böyleymiş diye cevap verseydi mazeretlerini kabul eder miydiniz? Kabul ederseniz, size isyan eden malınızı haksız yere gasp eden, ırzınıza geçen ve haklarınızı çiğneyen kişiyi kötüleyemezsiniz.

Kabul etmezseniz, Allahın hukukunu reddetmekte sizden bu delil nasıl kabul edilebilir? Yahudilere ait bir eserde rivayet edildiğine göre;

İbrahim Aleyhisselam dedi ki:

-"Ey Rabbim hastalık kimdendir?"

Cenabı-ı hak:

-" Hastalık bendendir" diye cevapladı.

İbrahim Aleyhisselam,

-"Derman kimdendir?" diye sordu.

Cenabı-ı hak:

-"O da bendendir." buyurdu. İbrahim Aleyhisselam bunun üzerine;

-"Öyleyse doktora ne gerek var? diye sordu.

Cenabı-ı hak;

-"Doktor, ellerine derman havale edilen adamdır." buyurdu.

Peygamber efendimizin:

-" Her derdin devası vardır." Sözünde hem hastanın hem de dektorun gönlüne destek, hastalığın çaresini araştırıp bulmak için çaba harcamaya teşvik vardır. Zira hasta, derdine derman olduğunu bilince, kalbi yaşama ümidine bağlanır, ümitsizlik ateşinin yakıcılığından kurtulup serinler. Hasta için bir ümit kapısı açılır. Hastanın morali güçlendiği zaman, tabii olan vücut ısısı harekete geçer, bu da hastanın hayvanı, nefsani ve tabii ruhlarının güçlenmesine neden olur. Bu ruhların kuvvetlenmesi insanın hayvanı ve tabii yönlerini ayakta tutan gücün takviyesi demektir.

Bu sayede hasta, hastalığı yener ve ondan kurtulur. Bunun gibi doktor da, hastalığın çaresinin varlığını bildiği zaman onu arama ve bulma imkanı doğar. Bedensel hastalıklar da kalple ilgili hastalıklar gibidir. Allah kalp için yarattığı tüm hastalıklara zıttıyla tedavi imkanı da yaratmıştır. Bunu hasta bilir ve kullanır, ilaç da kalbin hastalığına uyarsa, Allah'ın izniyle bu sayede hastalıktan kurtulur. Peygamber efendimizin yemeklerde, ihtiyaç duyulan miktardan fazla yemeye izin vermemesinin yanı sıra, hazmı güç olan yemeklerde perhize ve yiyip içmede uyulması gereken kurallara dikkat edilmesi gerektiği konusunda şu mübarek sözüne kulak verelim:

"Ademoğlu tıka basa doldurduğu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Mutlaka doldurması gerekiyorsa midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, kalan üçte birini de kendisine ayırsın,(!) (ihtiyaten boş bıraksın). Hastalıklar iki türlüdür; Birincisi maddi hastalıklardır ki, vücudun tabii faaliyetleri sonucu bir maddenin zararlı olacak derecede çoğalmasından doğar. Genellikle hastalıklar bu türdendir. Bu hastalıkların nedenleri arasında:

a) Yemeklerin çiğnenmeden yutulması,

b) Vücuda gereğinden çok besin girmesi,

c) Giren besinlerin çok azının yararlı olması

d) Hazmın güç olması ve

e) Çeşitli besinlerden oluşan bileşik besin türlerinin çoğaltılma yılabilir.

İnsan, midesini bu besin maddeleriyle doldurduğu ve bunu alışkanlık haline getirdiği zaman, bu beslenme tarzı kendisine bir kısmı zor iyi olan, bir kısmı da çabuk iyi olan çeşitli hastalıklar getirir. Beslenmede orta yolu tutar, ihtiyaç miktarı besin alır, besinlerin kemiyet ve keyfiyetinde orta yolu seçerse, vücudun bu şekilde alınan besinilerin yararlanma oranı, çok miktarda alınan besinden yararlanma oranından daha fazladır.

Beslenme şekilleri üç türlüdür:

1. Ayakta tutacak kadar besin alma,

2. Yeterli miktarda besin alma,

3. Fazla miktarda besin almadır.

Peygamber efendimiz:

•Kişin in bünyesini ayakta tutacak kadar lokma yemesi yeterlidir. Itır haberini verdikten sonra «Eğer bu ısının aşacaksa, midesinin üç de birini dolduracak kadar yemesini, diğer üçte birini de içeceklere ayırmasını, son üçte birini ise ihtiyaten boş bırakması tavsiye edilir. İşte beden ve kal be en uygun olanı da bu şekilde yemektir. Mide tamamen yemekle dolduğu takdirde, içeceklere yer kalmaz, yiyecekler de gönderildiği zaman, bu durum ruhu daraltır, nefes darlığı Ve yorgunluk doğurur. Midesinde bu kadar yemeği taşıyan kişi, bulunduğu yerde ağır bir yük altında kalmış olacağından bu durum kalp adına, organları taetren alıkoymaya ve tokluğun doğuracağı arzunun tatmini için, organların harekete geçmelerine yol açar. Mideyi yemekle tıka basa doldurmak, hem kalbe hem de vücuda zararlıdır(!).

Ancak bu, sürekli ya da çoğu zaman yapılırsa böyledir. Ara sıra öyle yenirse pek sakıncası yoktur. Zira Ebu Hüreyse (Allah razı olsun), Peygamber efendimizin huzurunda o kadar çok süt içmişti ki; -"Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı, demekten kendini alamadı". Yine Peygamber efendimizin huzurunda sahabe, defalarca doyuncaya kadar yemişlerdir. Aşırı tokluk her ne kadar bedeni semizleştiriyor gibi görünse de, aslında aklı ve bedenin gücünü zayıflatır.

Zira vücut, alınan besinin çokluğu oranında değil de, kabul ettiği besin oranında güç kazanır. insan vücudunda yer, hava ve suyla ilgili kısımlar olduğu için Peygamber efendimiz insanın yiyeceğini, içeceğini ve nefesini üç bölüme ayırmıştır. "Eğer, insan vücudundaki ateşin hissesi nerede" diye bir soru yöneltilirse cevap olarak: Bu konu, üzerinde tabiplerin konuştuklarıdır konudur. Tabipler, insan vücudunda bilfiil ateşle ilgili bir kısım olduğunu ve ateşin de vücudu oluşturan elemanlardan biri olduğunu söylerler " Yine tabiplerden ve diğer bilginlerden oluşan bir gurup, onlara karşı çıkarak vücutta bilfiil ateşle ilgili bir kısmın olmadığını iddia ederler ve buna bir kaç yönden delil getirirler:

1- Birinci iddia: Ateşle ilgili olan unsurun ya havadan inerek su ve toprakla ilgili kısımlarla karıştığının iddia edilmesi, ya da bu kısımların içinde doğup geliştiğinin söylenmesidir. Birinci iddia iki yönden akla uzaktır;

a) Ateş, yapısı gereği yüksektedir. Eğer inmiş olsa merkezinden bu aleme inmesi için zorlanmış olur.

b) Ateşle ilgili kısımların iniş sırasında mutlaka son derece soğuk olan Ay küresine uğramaları gerekir. Halbuki bu alemde büyük bir ateşin az bir suyla söndüğünü gözlüyoruz. Buna göre küçük ateş parçaları ay küresinden geçerkenki son derece soğuk ve büyüktür kolaylıkla söner ve soğurlar. ikinci iddiaya Gelince: Ateşle ilgili kısmın toprak ve suyla ilgili kısımların içinde doğup geliştiği iddiasıdır. Son derece uzak bir ihtimaldir. Zira sonradan ateşe dönüşen cisim, ateşe dönüşmeden önce ya toprak, ya su, ya da hava idi. Çünkü bu dört unsurdan başka bir unsur mevcut değildir.

Bu durumda ateşe dönüşen ilk cisim, bu unsurlardan biriyle karışık ve ona bitişik idi. Ateş olmayan bir cisim ise, ateş de olmayan, unsurlardan her hangi biri de olmayan büyük cisimlerle karıştığı zaman, ateşe dönüşmeye hazır bir durumda olamaz, çünkü aslında kendisi ateş olmadığı gibi, karışmış olduğu cisimler de soğuktur. Bu durumda ateşe dönüşmeye nasıl müsait olur?

Eğer burada, cisimlere karışarak onları değiştiren ve karışmaları nedeniyle cisimleri ateşe dönüştüren, ateşe meyyal kısımların neden mevcut olmadıklarını sorarsanız, ateşe dönüşmeye eğilim gösteren kısımların meydana gelişlerindeki söz, önceki söylenen sözün aynısıdır, deriz.

Eğer "kireç taşına su dökülünce kireç taşından ateş çıktığını, cam üzerine güneş ışınları düştüğünde camdan ateş çıktığını ve yine taş, demire çarptığında kıvılcım çıktığını gözlüyoruz. Halbuki ateşle ilgili olan bu olayların tamamı, iki şeyin karşılaşması ya da karışması sırasında meydana geliyor, bu durum ise birinci bölümde anlattığınızın yine asılsız olduğunu gösterir" derseniz;

Bu görüşe karşı olanlar da cevaben derler ki; taşın demire vurulması olayında olduğu gibi şiddetli çarpışmanın kıvılcım çıkardığını, camda olduğu gibi güneş ışınlarının ateş çıkardığını inkar etmiyoruz. Ancak bitki ve hayvanlarda bu görüşü pek akla yatkın görmüyoruz. Sıra bitki ve hayvan vücutlarında ateş çıkmasını gerektirecek bir çarpışma olmadığı gibi, cam kadar netlik ve parlaklık da mevcut değildir. O halde bitki ve hayvan vücutlarında güneş ışınları vücudun dışında kalacağından ateş çıkaramayacağı gibi, vücut içine sızacak ışınlar da ateş çıkmasına neden olamayacaktır.

2-Tabipler, yıllanmış şarabın yapısı itibariyle son derece ısıtıcı olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Eğer bu ısıtıcılık özelliği ateşe dönüşmeye eğilim gösteren kısımların etkisiyle olsaydı, bu durum mümkün olamazdı. Çünkü ateşe meyyal parçaların çok küçük olmalarına rağmen, uzun süre sönmeden ve soğumadan kendilerinden kat kat fazla olan suyun içinde beklemeleri nasıl düşünülebilir? Üstelik az bir suyla büyük ölçüde ateşin söndüğünü tabiatta gözlemekteyiz.

3- Eğer bitki ve hayvanlarda ateş zerrecikleri olsaydı, bitki ve hayvanların bünyelerindeki suya mağlup olurlar, böylece söner ve yok olur giderlerdi. Bünyedeki unsurlardan bir kısmının diğerlerin üstün gelmeleri, diğerlerinin, üstün gelenlerin yapısına dönüşmelerin gerektirir. Bu durumda çok az miktarda olan ateşimsi parçaların zorunlu olarak kendilerinin zıttı olan suyun yapısına dönüşmeleri gerekir.

4- Allah-u Teala kutsal kitabında insanın yaratılışını müteaddit konularda anlatmıştır. Bu yerlerden bazılarında insanı sudan yarattığını, bazılarında topraktan, bazılarında ikisinin bileşimindeki bu da çamurdur- bazılarında ise testi gibi pişmiş kuru balçıktan yarattığın haber vermiştir. Hiç bir yerde insanı ateşten yarattığını haber vermemiş, bilakis ateşi şeytanın özelliği kılmıştır. Müslim'in Sahil'inde

Peygamber efendimizin şöyle buyurdukları sabittir:

Melekler nurdan, şeytan keskin ateşin dumansız alevinden, insan ise size anlatılan şeyden yaratılmıştır». Anlatılan şey açıktır. Kuran-ı kerimdeki açıklama insanın sadece anlatılan şeylerden yaratıldığı biçimindedir. Cenabı-ı hak bizlere insanı ateşten yarattığını ya da hammaddesinde ateş cinsinden bir şey olduğunu açıklamamıştır. ve Şimdiye kadar kullandıkları delillerin amacı, hayvan vücutlarında gözledikleri ısıya dayalıdır. Onlara göre ısının varlığı vücutlarda ateşimsi parçanın varlığını gösterir. Ancak bu delil de geçerli değildir Zira ısının nedenleri ateşten daha geneldir. Çünkü ısı ateşten olabileceği gibi hareketten. ışınların yansımasından, havanın sıcaklığından, ateşe yakın olmaktan -bu da yine havanın ısınması aracılığıyla gerçekleşir ve diğer sebeplerden de olabilir, ısının varlığından ateşin varlığı anlaşılmaz.

İnsanın yaratıldığı elemanların içinde ateşin varlığını kabul edenler derler ki:

" Toprak ve su karıştıkları zaman, pişmelerini ve iyice karışıp birleşmelerini sağlayacak bir ısının gereği bilinir. Eğer çamur ısıtılmazsa, suyla topraktan her biri diğeriyle karışmaz ve birleşmez. Bunun gibi toprağa tohumu ışık ve havanın ulaşamayacağı bir şekilde atarsak tohum bozulur. Bu durumda bileşikte (toprak-tohum) ya yapısı İtibarıyla olgunlaştıran ve pişiren bir cisim meydana gelecektir ya da bu cisim meydana gelmeyecektir. Eğer bileşikte bu cisim oluşmuşsa işte bu ateş parçasıdır. Eğer oluşmamışsa yapısı itibarıyla bileşik sıcak değildir, ancak ısıtılırsa ısınacaktır.

Bu durumda ısıtma dış kaynaklı bir ısıtma olacaktır. ısıtma sona erdiğinde bileşik, yapısı itibariyle sıcak olmayacak, mutlaka soğuk kalacaktır. Ancak yapısı itibariyle sıcak olan ilaç ve besin maddeleri vardır. Bundan da ısının mutlaka varlığını anlıyoruz, çünkü bu maddelerde ateşle ilgili bir eleman mevcuttur. Yine vücutta ısıtılan bir kısım olmasaydı vücut son derece soğuk olması gerekirdi.

Zira vücut, yapısı itibariyle soğuk olmasını gerektiriyorsa ve ısınmasını sağlayacak her hangi bir eleman da yoksa son derece soğuk olması gerekirdi. Eğer vücut bu şekilde son derece soğuk olsaydı, soğuğu hissetmemesi gerekirdi. Çünkü kendisine bulaşan soğuk, kendisi gibi en yüksek derecede olunca ondan etkilenmez, etkilenmeyince soğuğu hissetmez, hissetmeyince de acı duymazdı.

Dışarıdan gelen soğuğun derecesi, vücut soğukluğunun derecesinden daha aşağı olursa, ondan etkilenmemesi daha normaldir. Yapısı itibariyle vücutta ısıtıcı bir parça olmasaydı soğuktan etkilenmez ve acı da duymazdı. Bize: "Sizin delilleriniz, ateşle ilgili parça, bileşiğin içinde durumunu ve yapısını korur diyenin sözünü iptal eder" derler.

Halbuki biz böyle demiyoruz, bilakis: Ateşin türüne mahsus şeker , karışım esnasında bozulur diyoruz. Bir başka gurup da: "Toprak, su ve hava karışınca, bu karışımı olgunlaştıran ve pişiren ısının, güneş ve diğer yıldızlar olduğunu, daha sonra karışımın olgunlaşması sona erdiği sıralarda sıcaklık aracılığıyla bitki, hayvan ve maden olmak üzere verilecek her şekli kabul etmeye hazır duruma geldiğini söylemek neden mümkün olmasın? Bileşiklerdeki ısı ve ateşin, bileşim esnasında Cenabı-ı hakkın yaratacağı özellikler ve güçler nedeniyle oluşmasına bilfiil ateşle ilgili parçalardan gelmemesine hangi şey engel olabilir?

Sizin için bu imkanı iptal etme yolu elbette yoktur. Kaldı ki faziletli tabiplerden bir topluluk bunu itiraf etmiştir. Ancak vücudun soğuğu hissetmesi olayında deriz ki: "Bu, şüphesiz vücutta ısı ve sıcaklığın varlığını anlatır, bunu kim inkar edebilir?

Bununla birlikte ısıtma özelliğinin sadece ateşe ait olduğunun delili nedir? Her ne kadar tüm ateşler ısıtıcı ise de bu önermeyi aynen ters çevirmek mümkün değildir. Bilakis ancak ısı kaynağının bir kısmı ateştir, şeklinde çevirebiliriz. Ateşin bileşim esnasında türüne mahsus olan biçiminin bozulduğu şeklindeki sözünüze gelince, tabiplerin çoğunluğu bunun aksine, ateşin kendi şeklini koruduğu görüşündedirler. Şeklinin bozulduğunu söylemek asılsızdır. Asılsız olduğunu İbn-i Sina'nın "Şifa" adlı eserinde son kuşak tabiplerinden önde gelenler de itiraf etmişler, bileşiklerdeki elemanların tümünün de kendi özelliklerini koruduklarını ispat için deliller getirmişlerdir" .Başarı Allah tandır.

Peygamber efendimizin hastalığı tedavi şekli üç türlüdür:

a) tabii ilaçlarla

b) İlahi ilaçlarla

c) ikisinin bileşimiyle.

Efendimizin bu ilaç türlerinin tümünü de ele alacağız. Ancak önce anlatıp kullandığı tabii ilaçlardan başlayacağız, sonra ilahi ilaçlardan söz edeceğiz, en sonunda da bu ikisinin bileşimi şeklindeki tedaviden bahsedeceğiz. Peygamber efendimizin tedaviyle ilgili rehberliği; onun yol gösterici, Allah'a ve onun cennetine çağırıcı, Allah'ı tanıtıcı, ümmetine Allah'ın hoşlanacağı şeyleri açıklayıp onları emredici, hoşlanmayacağı şeyleri açıklayıp onları da yasaklayıcı, peygamberlere ilişkin haberleri ve onların ümmetleriyle olan durumlarını haber verici, alemin yaratılışını anlatıcı, başlangıç ve sonuçta olacaklardan bahsedici, insanların nasıl isyankar ve itaatkar olduklarını ve bunun nedenlerini açıklayıcı olarak gönderildiğine işarettir. Bedenle ilgili tedavi metotları, sadece gerektiği zaman kullanılmak üzere Peygamber efendimizin, dışındakilere rehberlik amacıyla İslam dininin tamamından çıkmıştır.

Buna ihtiyaç kalmadığı zaman gayret ve çabalar kalp ve ruhların tedavisine, sağlıklarının korunmasına, hastalıklarının giderilmesine ve onların bozulmalarına neden olan şeylerden korunmalarına yönelir. Tedavinin amacı öncelikle bunlardır. Kalbi sağlığa kavuşturmadan bedenin tedavisi faydasızdır.: Kalp sağlıklı iken bedenin hastalanmasının zararı fazla değildir. Bu arar, kendisini tam ve sürekli bir menfaatin izlediği geçici bir zarardır. Bununla birlikte yine de başarı Allah tandır. Taptı ilaçlarla tedaviden ibaret olan birinci kısım, birkaç bölümden oluşur: .

Birinci bölüm Peygamber efendimizin hummanın tedavisinde gösterdiği yolların ve tavsiyede bulunduğu ilaçların açıklamalarını ihtiva eder. Naif‘in İbn-i Ömer'den naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamber efendimizin şöyle buyurdukları Sahihayn (Buharı ve Müslim}'de tespit edilmiştir:

«Şüphesiz humma, ya da hummanın şiddeti cehennem in kaynamasındandır, onu suyla serinletiniz .-(!). Cenabı-ı hakkın yardımıyla bu hadisin ne yönde ve hangi anlamda söylendiğini açıklıyor ve diyoruz ki: Peygamber efendimizin hitabı iki türlüdür: Biri geneldir, tüm dünya insanlarına seslenir. Diğeri özeldir. dünya insanlarının bir kısmına seslenir. Genel hitabı, her zaman duyduğunuz sözlerine benzer.

Özel hitabı ise şu sözü gibidir:

•Büyük veya küçük abdestinizi bozarken. önünüzü ve arkanızı kıbleye dönmeyiniz, ancak doğuya veya batıya dönebilirsiniz-o Bu hitabı, doğu ve batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlara ve ıraklılara değildir, fakat Medine, Şam ve benzerleri gibi Medinenin durumunda olan yerler içindir. Bunun gibi: "Doğu ve batı arasında kıble yoktur". sözü de özeldir. Bu husus anlaşıldıktan sonra, Peygamber efendimizin yukarıda geçen sözündeki hitabını hicaz ve çevresindeki Müslümanlara ait olduğu meydana çıkar, zira burada yaşayanlara gelen humma hastalıklarının çoğu, güneş ısısının şiddetinden doğan günlük hastalıklar türündendir. İşte soğuk suyun, içilerek ya da banyo yoluyla tedavi ettiği humma budur.

Humma kalbi alevlendiren, kalp ve atardamarlardaki kan aracılığıyla tüm vücuda yayılan, vücuttaki ısıyı yükselterek normal çalışmasını engelleyen tuhaf bir ısıdır. Bu ısı iki türlüdür; birincisi belirti olarak görülür. Ortaya çıkış nedeni bazen şişme, bazen hareket, bazen güneş vurması, bazen da şiddetli öfke ve benzerleridir. İkincisi ise, hastalık olarak görülür. Bunun da üç türü vardır;

Hararetin bu türlüsü mutlaka vücuttaki önemli bir maddede oluşur, daha sonra tüm vücudun ısısı yükselir. Hummanın başlangıç noktası ruh ise, "günlük humma" adını alır. Zira bu tür humma genellikle bir günde geçer, en fazla üç gün sürer. Eğer bulaşması karışım yoluyla olursa "eşeysiz humma" adını alır. Bu tür hummada dört sınıfa ayrılır:

Safrayı artıran, melankoli yapan, insanın tabiatını ağırlaştıran, insanı saldırgan yapan kısımları vardır. Eğer hummanın başlangıcı, vücudun asıl sert organlarında ise, "ince ağrı" adı verilir. Bu türlerin de ayrıldığı bir çok sınıflar vardır. bazen vücut hummadan, ilacın sağlayamayacağı derecede büyük fayda görür.

Çoğunlukla günlük humma ve kokuşma yapan humma, vücuttaki sert maddelerin olgunlaşmasına sebep olur ki, bu maddelerin bu hastalığı geçirmeden olgunlaşması mümkün değildir . Aynı zamanda ilaçların açıp giremediği kapıların açılmasına da sebep olur. Optaimi ya da Trahom denilen göz ağrısının çoğu türünü humma, süratli bir şekilde tedavi etmektedir.

Felç, yüz felci, kramp ve sert artıklardan meydana gelen hastalıkların çoğu da hummadan fayda görürler. Tabiplerin ileri gelenlerinden bazıları bana: "Hastalıkların çoğunda biz, hummanın varlığıyla iyi olacağının müjdelenmesinden dolayı hastanın sevindiği gibi seviniriz" demişlerdir. Adı geçen hastalıklarda humma, bir çok yönden ilaçtan daha yararlıdır. Salgılardan ve bozuk maddelerden vücuda zararlı olanları olgunlaştırır. Olgunlaşan maddelere dışarıya çıkmaya hazır haldeyken rastlayan ilaç bunları dışarıya atarak hastanın iyileşmesine sebep olur (1).

Bu durum bilindikten sonra hadis-i şerifteki hummadan maksat, arazı humma türleri olabilir. Çünkü bu tür hummada, soğuk suya dalarak, soğuk ya da buzlu su dökünerek hararetin bir noktada sabit tutulması mümkündür. Hummalı bir insan bu tedbirin yanında başka bir i1aca gerek duymaz. Bu ilaç, ruhu etkisinde bırakan soğukluktan ibarettir.

Hastalığın iyileşmesi için sadece soğukluğun hissedilmesi yeterlidir. Soğukluk her hangi bir maddenin çıkarılmasına, ya da olgunlaşmasını beklemeye ihtiyaç duyulmaksızın hastalığı dindirir ve alevini söndürür. Yine aynı hadisten maksat hummanın bütün türlerinin olması da mümkündür. TabibIerin ileri gelenlerinden sayılan Yunanlı tabip Galirıos, soğuk suyun hummaya iyi geldiğini itiraf etmiş ve "iyileşmenin yolu" adlı eserinde yer alan onuncu makalesinde şöyle demiştir: "Yakışıklı ve güçlü genç bir insan, iç organlarında şişme yoksa, öfkelendiği ve sıtma nöbetinin son haddine vardığı zaman, soğuk suya veya soğuk suda yüzmeye son derece istekli olur ve mutlaka yararını da görür" der ve "Biz de tereddütsüz bunu emrederiz" cümlesini ekler.

Razı de büyük eseri" Havi"de: "Güç ve kuvvet yerinde, ateş son haddinde, olgunluk (salgı maddelerinde) açıkça görülüyor, karında şişme yok ve fıtık da mevcut değilse, hastanın soğuk su içmesi yararlıdır. Hasta gürbüz, zaman günün sıcak saatleri ve hastanın da dışarıdan (haricen) soğuk su kullanma alışkanlığı varsa, soğuk su kullanmasına izin verilsin der. Peygamber efendimizin daha önce geçen hadis-i şerifteki "Humma cehennem sıcağındandır" şeklindeki sözleri; Humma cehennem alevinin şiddetidir ve bu şiddetli ısının yayılmasıdır, anlamındadır. Peygamber efendimizin: Öğle vaktindeki sıcağın şiddeti cehennemin kaynamasındandır. sözü de, anlam bakımından yukarıdaki sözüne benzer. Bu hadisi şerifin anlamı, iki şekilde açıklanmaktadır:

a) Yeryüzündeki bu sıcaklık, kulların cehennemi anlayabilmeleri ve ondan ibret almaları için cehennemden koparılmış bir parça ve örnektir. Cenabı hak bazı sebeplerden dolayı bu örneği insanların gözleri önüne sermiştir. Tıpkı rahatlık, ferah, sevinç ve zevkin, cennet nimetlerinden birer örnek olup, Cenabı-ı hak tarafından bu dünyada ibret ve cennetin anlaşılmasına kolaylık getirsin diye açığa vurulmaları gibi ki, yine bazı nedenlerden dolayı Cenabı-ı hak bunları da gözler önüne sermiştir.

b) Hadis-i şerifteki asıl hedef, benzetme yoluyla ahret aleminin anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Hummanın şiddeti ve alevi ile yer yüzündeki sıcaklık, cehennem sıcağının kükremesine benzetilmiş, bununla insanlar cehennem azabının şiddeti hakkında uyarılmışlardır. Yer yüzündeki bu müthiş sıcaklık, cehennemin kaynamasına benzetilmiş, bununla cehenneme giren değil de, yakınından geçen kişinin bu sıcaklıktan ne derece etkileneceği anlatılmak istenilmiştir.

Hadis-i Şerifteki "Sunun hangi su olduğu konusunda iki görüş vardır:

Birincisi: Bu su her türlü sudur, görüşüdür ki bize göre de doğru olan budur. İkincisi ise; Bu su zemzem suyudur, görüşüdür. Bu görüşü savunanlar. Buhari'nın sahibinde Ebu Cemre Nasr İbn İmran ed-Oubay'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif delil getiriyorlar.

Ebu Cemre der ki: Mekke'de İbn-i Abbasla birlikte oturuyordum, hummaya yakalandım, İbn-i Abbas, zemzem suyuyla serinlememi söyledi. Bunun üzerine Resülüllah Sallallahu aleyhi vesellem:

"Humma cehennem sıcağındandır, onu suyla serinletiriz" ya da "zemzem suyuyla serinletiriz' ,buyurdu, dedi. Hadisin ravisi tereddüt etmiştir. Eğer kesin konuşsaydı, Mekkeliler için zemzem suyunu kullanmak emir olacaktı, çünkü onlar için bu kolaydır. Mekke dışındakiler de buldukları suyu kullanacaklardı. Hadisteki suyun "her hangi bir su olduğu görüşünde olanlar, sudan maksat, "suyu sadaka olarak vermek midir, yoksa kullanmak mıdır?" noktasında anlaşmazlığa düştüler.

Bu şekilde beliren iki görüşten, "suyun kullanılmasından yana olan görüş doğrudur. Öyle sanıyorum ki, suyun sadaka olarak verilmesini savunanlar, hummalıyken soğuk suyun kullanılmasının zor olacağını düşündüler, fakat hadis-i şerif bütün yönleriyle anlayamadılar. Her şeye rağmen yine de görüşlerinin güzel bir yönü var, o da; Cezaların işlenen suçun cinsinden olacağıdır.

Susayana, susuzluğun verdiği hararetin. soğuk suyla söndürüldüğü gibi, Cenabı-ı hak hummalının ateşini hummalıyla söndürür. Bu uygun bir karşılıktır. Ancak bu anlam, hadis-i şerifin derinliğine incelenmesinden ve işaretinden anlaşılır. Hadiste geçen sudan maksat ise suyun kullanılmasıdır.

Ebu Nuaym ve diğerleri, Enes (Allah razı olsun)'un merfu' olarak rivayet ettiği hadislerden olan şu hadisi zikrettiler: İçinizden biriniz hummaya yakalandığı zaman üç gece seher vakitlerinde üzerine soğuk su dökünsün» (!). İbn-i Maceh'in Süneni‘nde de Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadis rivayet edilir: Humma cehennemin körüğündendir (Şiddetindendir), onu kendinizden soğuk suyla uzaklaştırınız. Müsned'de ve diğerlerinde Hasan‘ın Memure‘den merfu olarak rivayet ettiği hadislerden:

Humma ateşten bir parçadır size olan etkisini soğuk suyla hafifletiniz.(3) hadisi yer almaktadır. Resülüllah Sallallahu aleyhi ve sellerin hummaya yakalandığı zaman bir testi su ister, testiyi başından aşağı boşaltarak guslederdi. Süne‘nde, Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği hadislerden olan şu hadis yer almaktadır;

Ebu Hüreyse (Allah razı olsun) şöyle anlatıyor:

• Peygamber efendimizin huzurunda hummadan söz edildi. Adamın biri hummayı duyunca onunla ilgili kötü bir söz söyledi. Bunun ( üzerine Resülüllah: "Humma hakkında kötü söz söylemeyiniz, zira humma ateşin demirin pasını giderdiği gibi günahları giderir"(!) buyurdu". Hummayı, faydasız besinlerden perhiz, faydalı besin ve ilaçlara eğilim izlediğine göre; bu tür davranışta vücudun temizlenmesine, artık maddelerin ve pisliklerin atılmasına, vücudun lüzumsuz maddelerinden temizlenmesine yardım vardır. Vücutta humma, pisliklerinden arınmasında ve cevherinin saflaştırılmasında ateşin demir üzerinde oynadığı rolü oynar.

Humma demir cevherini saflaştıran ateş körüğüne en çok benzeyen şeylerden biri durumundadır. Beden doktorları tarafından bilinen yönü ancak bu kadardır. fakat hummanın, kalbi kir ve pasından temizlediği ve pisliklerini söküp attığı hususu ise gönül doktorlarının bildiği bir yöndür. Bu hususu kendilerine peygamberlerinin haber verdiği şekilde kabul ederler, ancak kalp hastası, iyi olmaktan ümidini kesmiş durumdaysa böyle bir hastada bu ilaç yararlı olamaz. İnsanın kalbini manevi pisliklerden temizleyen humma hakkında kötü söylemek haksızlık ve düşmanlıktır.

Bir keresinde -Hummalı bulunduğum bir sırada- hummaya soğan bazı şairlerin sözlerini hatırladım. Şairlerden biri şöyle diyordu: Günahları döken (humma) ziyaret etti ve veda etti, Ziyarete iyi ve veda edeni (humma'yı) Allah kahretsin, Göçe hazırlandığı sırada (humma) "ne istersin" diye sordu, Ben de ona "dönmemeni" dedim ». Ben derim ki; Peygamber efendimizin, hakkında kötü söylemeyi yasakladığı şeye söveni Allah kahretsin.

Öyle diyeceğine Günahları yok eden, günahları dökmek için ziyaret etti, Ziyaretçi de (humma), ziyaret ettiği de birbirini hoş karşıladılar. Ziyaretçi gitmeye hazırlandığı sırada "ne istersin" dedi. Ben de "yayılmamanı isterim dedim". deseydi hem daha iyi olurdu, hem de mutlaka yine giderdi, nitekim benden böyle davrandığım için süratle ayrıldı. Sıhhat derecesini bilmediğim bir hadis-i şerifte Peygamber efendimizin şöyle buyurdukları rivayet edilir: «Bir gün için humma'ya katlanmak bir yıllık günahın dökülmesini sağlar ». Bu hadis-i şerifin anlamı iki şekilde yorumlanır:

1. Humma, vücuttaki tüm organ ve eklemlere sirayet eder, vücuttaki eklem sayısı üç yüz altmış olduğundan, her eklem ağrısı bir günlük günahın dökülmesine neden olur.

2. Humma vücudu, tamamen yok olması bir yıl sürecek şekilde etkiler. Nitekim Peygamber efendimiz de:

İçki içenin kırk gün namazı kabul edilmez" buyurmuşlardır. Bu hadisi şeriften. içkinin izinin insanın midesinde. damar ve organlarında kırk gün kaldığı anlaşılır. Yine de Allah, her şeyi daha iyi bilendir.

Ebu Hüreyse der ki:

«Bana humma'dan daha çok sevdiğim bir hastalık isabet etmemiştir, zira humma tüm organlarıma sirayet eder, Cenabı-ı hak da her organın sevabını ayrı ayrı bağışlar..

Tiremizi de Cami'inde, Raf İbn-i Hadic'in merfu olarak rivayet ettiği hadislerden olan şu hadisi zikreder: Sizden birinize humma isabet ettiği zaman -şüphesiz humma cehennem ateşinin bir parçasıdır onu soğuk suyla söndürsün, akar bir nehre yönelsin, şafağın sökmesiyle güneşin doğması arasında suyun aktığı yöne dönerek, -"Allahın adıyla, Allahım! ... kuluna şifa ver, Peygamberini doğru la "diye dua etsin. Günde üç kez olmak üzere üç gün (ara vermeden) suya del sırı, eğer iyileşirse çok iyi, eğer iyileşmezse beş gün, yine iyileşmezse yedi gün suya dalmaya devam etsin Allah'ın izniyle yedi günü geçmeden iyi olacaktır . (!).

Ben de derim ki: "Suya dalış, yazın sıcak bölgelerde yukarıdaki şartlara uygun olarak yapıldığı takdirde fayda sağlar, şafağın sökmesiyle güneşin doğuşu arasındaki vakitte su, olabildiğince soğuktur, çünkü bu sırada güneşin etkisinden uzaktır, vücut da dinlenmiştir, zira uyku, sükunet ve havanın serinliğiyle desteklenmektedir. Soğuk sudan ibaret olan ilacın gücüyle moral ve beden gücü, arazi olan yada gün aşırı ziyaret eden sırf sıtmaya karşı birleşirIer.

Sırf sıtma dernekten gayem, beraberinde kötü bir hastalık, şişme ve bozuk madılıler yoksa, moral ve ilaç gücünün birleşmesi sonucu Allah'ın izniyle ılımanın ateşi söner. Özellikle hadis-i şerifte geçen yaz günlerinde faydalıdır. Çünkü yaz günleri, şiddetli hastalıkların yaptığı krizlerin meydana geldiği günlerdir. Zira sıcak bölge sakinlerinin salgıları ince ve faydalı ilaçlara karşı tepkileri süratli olduğundan sonuca daha kolay ulaşılır.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp